Ne Öyküler

Hepsi hikâye…

Peki, hakikat ne? Büyük soru. Hem de çok büyük. Tepemizde asılı olarak yanıtlanmayı bekler. Yanıtlamalı mıyız? Bazen evet. Bazense zamanın belirsiz salınışlarına bırakarak “olduğu gibi” yaşar gideriz. Günlerin getirdiği, günlerin götürdüğü içimize kapkara bir tortu bırakarak gider. Bazense ufacık bir sevinç parıltısına tutunup tüm evrenin sırrı bir damlada gizliymiş gibi içimize, ta derinimize bir umut bırakır.

İnsan tükenir mi? İnsan tükenmez.

İnsandan umut kesilir mi? Hayır, kesilmez. İnsanın bin bir hikâyesi vardır. Bu bin bir hikâyede ne hayatlar gizlidir, ne emekler, ne sabırlar, ne bitmez tükenmez inat, ne yaşama sevinci, ne iyiye güzele özlem…

Öyle değil mi? İyiye, güzele duyulan özlem değil midir insanı insan yapan?  Tarih dedenin çarkları  biraz da tüm bu iyilikleri kuşanıp güzellikleri özleyen insanın iğneyle kuyu kazmasıyla dönmemiş midir?

İnsan tükenmez. Bu böyle biline.

Şimdi alıyorum bir öyküyü elime, “hepsi hikâye” diyenlere inat; okuyorum, okuyorum…

14 Şubat Dünya Öykü Günü. Bugünden hatırlamakta, hazırlanmakta, öyküleri karıştırmakta, güzel öyküleri yazan, yazdıran tüm o ışıklı insanlara selam durmaya başlamakta ne sakınca var? Âlem kötüye kesmiş, kara çalı olmuş kime ne.

“Kararmasın yeter ki/Sol memenin altındaki cevahir”

Özcan Karabulut’un 1996 yılında çıkardığı Düşler Öyküler dergisi, 1997 yılında Ankara Öykü Günleri’ni başlatmış. Bu etkinlikler dizisi de, Kasım 2003’te 69. Uluslararası P.E.N Dünya Kongresi’nde onaylanan Dünya Öykü Günü’nü doğurmuş. Ne güzel olmuş.

Üç öykü kitabı var elimde. Öykü Günü’nün şerefine. Karıştırıyorum, çekiştiriyorum, hatırlıyorum. Leylâ Erbil’in Hallaç’ı, Firuzan’ın Benim Sinemalarım’ı, Erendiz Atasü’nün Uçu’su. Minik minik öykü girizgâhları yapmak geliyor içimden. Minik minik yazayım e mi?

“Aman aman bi yanı yoktu öyle. Yarım saat öncesine değin, böylesine bi canlının var olduğunu hiç mi hiç bilmiyordum. Kimseleri merak ettiğim de yoktu ki zaten. Bunlarla işitilmedik, tadılmadık bi öykü çıkageliyor demek de istemiyorum. Bu çeşit nenler nice nice olmuş yazılmıştır da. Öyleyse cayayım dedim yazmaktan cayamadım da!” (İncik Boncuk)

“-Salatadan daha alacak mısın Namık?

Yemeğin başından beri düzenli çiğneme sesleriyle dolan odada kadının sorusu beliren sessizlikte takılı kaldı.

Adam yutkundu.

Başını 'hayır' anlamında yukarı kaldırdı, yeniden tabağına eğdi yüzünü.

Altı kişilik ceviz kaplama masanın muşambasında yer yer ince kesikler görünüyordu. Masanın açıkta kalan bölümleri cilasızlıktan abralaşmış, bakana gölgeli, rutubetli bir yerleri çağrıştırıyordu.

-Bugün izin için müdüre çıkabildin mi? Geçen yılki gibi gene sonbahara kalmasa sıran bari. Ben de diyorum ki dikişleri bir ara bırakayım. Tatile çıkalım… Yıllardır bunu düşünüyorum Nakım bilsen…” (Kış Gelmeden)

“Akasya kokusudur, bu öykünün özü. Çiçeklenen akasya ağaçlarından sızıp ilkbahar havasında titreşip tüten o şekerimtrak, hafifçe ağır buhur. Burun deliklerinden girer, zarımsı dokuları okşaya kamaştıra, gırtlakta oyalanır, sanki genişletir boğazı –kişi yutkunmak ister- soluk borularında kaybolur gövdenin içine doğru. Dans eden minicik moleküllerden oluşmuştur her uçu gibi, küçük karbon zincirlerinden, karbon halkacıklarından, köşeleri oksijen ve hidrojenle bezeli.” (Uçu)

Öykü okumak lazım.  O zaman kutlu olsun şimdiden.

Gerisi hep hikâye.