Kısa bir veda…

Akıp giden olaylar silsilesi içindeki belli bir uğrak, belli bir an, ancak onu yaşayan, algılayan insanın  kendisiyle kurduğu ilişki sayesinde, “geçmiş” ya da “gelecek” karakterine bürünmüş  öteki anlara göre, “şimdi” karakteri taşıyabilir, diyor. Norbert Elias’ın Zaman Üzerine adlı kitabında.

Nedir zaman,  sorusuna yanıt arıyorum. Nedir, bilincimizin bizi dolaştırdığı bir on yıl öncesindeki biz ile şimdiki biz arasındaki fark? Bu mudur zamanın izi? Zamanın tozu?

Geçmiş, gelecek, şimdi…

Yekpâre midir yoksa lime lime parçalanmış, dört bir yana dağılmış mıdır? Ya da dağılmış mıyızdır?

“Mutlak zaman ölçülemez, başlangıcı ve sonu yoktur: Hep var olan bir şeydir ve hep var olan bir şey olacaktır ve herhangi bir insana başka bir insana olduğundan daha fazla bağlı değildir. Mutlak zaman, üç zamana bölünür: Geçmişe, şimdiye ve geleceğe. Bunlardan geçmişin başlangıcı, geleceğin ise sonu yoktur. Oysa ortada bulunan “şimdi” öylesine kısa ve kavranmaz, ele avuca gelmez haldedir ki, bir uzunluğa sahip olmadığı gibi, geçmiş ile geleceğin bağlantısından öteye bir şey olmadığı izlenimi vermektedir ve ayrıca öylesine kaygan, kararsızdır ki, hiçbir zaman aynı yerde bulunmaz ve içinden geçtiği her şeyi geçmişten alıp geleceğe ilave eder.”

Nedir zaman? İri sorulara, iri yanıtlara neden olacak kadar düşünmek gerekli midir üzerinde? Bilmiyorum. Ama bazı zamanlar vardır, durdurulası, mutlak bir şimdiyi tüm zamanlara doğru akıtası, yayası, genişletesi gelir insanın. Tarihteki bazı anlar örneğin. Bir fotoğrafta donmuş bakan mutluluk dolu bir yüz mesela. Ya da Ekim Devrimi’nin ışıltılı neşesi içinde tüm dünyayı saracak bir sevinçle bakan bir işçinin yüzü. An’a adanmış. An’ı sabitlemiş, tüm zamanları, tüm gelecekleri, tüm olasılıkları çarpıcı bir simge içinde sımsıkı tutmuş, bırakmamış.

Peki biz? Yani şimdi, korkunç bir tesadüf güzelliği ile (böyle mi demeliyim) yan yana gelmiş, 2017’nin Sonbaharı’na doğru yol alan insanlar yığını olarak biz… Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına, diyen belki demeyen bizler olarak, biz… Ama güzel şarkıdır hakikaten…

““Kısaca, “mekândaki” her değişim ve dönüşüm “zamandaki” bir dönüşüm ve değişimdir aynı zamanda, ya da tersi. Bir yandan “zaman” akıp giderken “mekânda” hareketsiz oturabildiğimizi hatırlayarak aldanmayın. Bu akan zamanın paralelinde insan durmadan yaşlanır. Kalbimiz çarpar, soluk alır, sindirim yaparız; hücrelemiz büyür ve ölüp giderler. Bu değişimler belki alabildiğince ağır yol alırlar, ama ne olursa olsun sonuçta “zamanın ve mekânın içinde” sürekli olarak değişir, insan olarak gittikçe yaşlanırız; gene durmadan değişen bir toplumun  parçası olarak, dur durak demeden hareket eden yerkürenin sakini olarak. “

Böyle işte.

George Sand de, “Şimdiki zaman, istenilmiş olanla elde edilmiş olan arasında bir çeşit uzlaşmadan başka bir şey değildir. İnsan şimdiki zamanı olduğu gibi kabul eder ve ona ses çıkarmadan katlanır, demiş. Hayatım’da.  İyi demiş…

Shakespeare de, Zamana bizi aradığı yerde rastlayalım, demiş, eh, o da haklı bir nevi…

Tüm bu girizgâhların, zamanı, vura çarpa kurcalamamın bir nedeni var elbet, ey okur… Biraz müsaade istemek. Hoş, birkaç zamandır, yazı düzenim derdest oldu, pek özür dilerim. Sıkıntısı karabasan gibi üstümde. Ama elveda değil, kısa, minicik bir veda istediğim… Uygun mudur? Azıcık nefeslenmek, eteğimdeki taşları biriktirmek,  geniş zamanlarda söyleşmek için olmazsa olmaz oldu bir süredir.  Aklımda bir sürü şiir. İş ayrılık olunca şiirler salkım salkım. Turgay Fişekçi’nin güzelim şiirlerinden biri mesela. Ufacık bir hatırlatayım:

Gözyaşlarım akıp boğmadan bu şehri

İşte yine gidiyorum

Çınarlar

Bir çifti bir şehre güzel demeye yeter

Yine sana kalıyor

Devam etmeyeyim, bulunuz okuyunuz İşte Yine Gidiyorum’u. Ama şiirler birbirinden alacaklı. Sonra Behçet Aysan geliyor. Hepsini yazsam mı ne diyorum. Olur mu?

Önce bahar ıslak bir havlu kadar

bir avludan yaydı elma çiçeği

kokusu, tokaç yapan çamaşırcı

kadınlar kokuyu çama astılar.

derken çinko sundurmadan atladı

çam kokusu sokağa, haydi bir kızın

eteğinin kıvrımına, kaldırımların

oldu gülü ve nalçaları haklandı.

bir adam kaldırdı yerden okşadı

düşünmeden bu bıçak gibi keskin

gül gibi gülü, taktı süngüsüne bir erin

neyse bizim gül dönüştü çiğdeme.

sonra satıldı çiçekçi sergisinde

gitti merkez tutukevin hücresine

iki gün solmadan kalabildi ancak

konuldu bir romanın en güzel yerine.

İşte, böyle sevgili okur. Tez zamanda görüşmek üzere… Sevgiyle… Saygıyla…