İstanbul'da bir tavan arası

Tatsız, tuzsuz, mutsuz, insanın üstüne üstüne gelen günlerden geçiyoruz. Yalan mı, gün geçmiyor ki “bu kadar da olmaz” dediğimiz, bir olay, bir beyanat, bir durum olmasın.

Apansız sevinivermek şöyle dursun, sinir olmadan geçen gün yok sanki. 

İnsan yaşadığını hissedemiyor böylesi zamanlarda. Sası, kekre, durağan, tonsuz bir seyir halinde her şeye keçeleşerek bakarken  uzun yaz günlerinin sıcaktan bunalmış yavaş çekimdeki at sineklerinin  bıktıran sesleri geliyor aklıma...

Zzzzzzzzzz

Zzzzzzzzzz

Zzzzzzzzzz

Ama bazen, bazen hani utanarak da olsa, “bunu şu an hissetmemeliyim” diye diye bastıramıyor ya insan içinden kaçıveren yaşam pırıltılarını... İşte o an suçüstü yapıyor hayat.  

İnadına yaşamı savunmak, inadına insana güvenmek, inadına yan yana olmaya ve mücadeleye inanmak...

Memduh Şevket Esendal  adı aklıma gelmeyen bir öyküsünde demişti...

“Hayat ne tatlı, insanın ömrü olsa da yaşasa...” 

İşte o zaman; güzel bir öykü okunduğunda, güzel bir insanla tanışıldığında, otobüste kaybetmişliği çenesine vurmuş sinirli bir ev kadınının dinmek bilmeyen sızısına tanık olunduğunda, bir yaşlı ile göz göze gelindiğinde, mahalledeki hem solcu  hem Işık adındaki tesisatçının seçimlerde dönen dolapları örnekleriyle ve heyecanla anlattıkları kapı arkasından duyulduğunda,  üç kuruş için Laz esnafla ölümüne bir pazarlığa tutuşulduğunda, yetmezmiş gibi  Enver Aysever'in henüz beş yaşındayken Çingenelerce kaçırıldığını ve onlarla birlikteyken hasır şapka ve sepet örme işini öğrendiği işitildiğinde  öyle diyor işte içteki  o ses...

“Hayat ne tatlı, insanın ömrü olsa da yaşasa...”

İstanbul'dayım... İstanbul'dan ayrılalı beş yıl olacak. Az değil. Baştaki aşk, özlem ve tutku hararet, yerini mutedil dalgalı bir ilişkiye bırakmış gibi görünüyor. İlk günlerde “amanın” dedim, evet. Ama sonra hatırladıkça hatırladım. Hatırladıkça İstanbul'a nüfuz ettim. Hatırladıkça yüzüme yayılan kocaman sırıtışı saklamak için beyhude uğraştım... 

Bir de İstanbul dedirtiyor, yukarıdaki cümleyi. Buna inandım. Ama bir not:  İstanbul insanlarıyla, anılarıyla, birlikte ağlayıp birlikte güldüğüm dostlarımla güzel. Çünkü onların gözlerinde geçmiş, dün, bugün bütünlüğünde ışık tozları var. Biraz ben varım, biraz tarih, çokça  gelecek var...

Ne diyordum. İstanbul vaadli bir şehir. Her an her şeyi yapabilir, her an her şeyi olabilirsiniz İstanbul'da. 

Dostlarla buluşmanın ışıltısında pat diye Enver Aysever'in Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde henüz başlayan  “Tavan Arası Sohbetleri” ne  kaçabiliyorsunuz örneğin bir akşam. Müzik eşliğinde, “Nasıl yani? Gerçekten mi?” diye diye hem gülüp hem ağlamaklı yapıyor insanı Enver Aysever.  

Örneğin 23 Nisanlar üzerine izleyicisine sörf yaptırırken, yutkunarak hatırlıyorsunuz kendi 23 Nisanlarınızı...

Üşüdüğünüzü hatırlıyorsunuz, çokça üşüyüp, coşkuyla hazırlandığınız halk oyunları gösterinizin yarısında kesilmesinin sizde bıraktığı burukluklar silsilesi asılı kalıyor havada...

Ah diyorsunuz ah...

“İnsanın ömrü olsa da...” 

Her salı Enver Ayseverlere tavan arasında konuk olsa... 

O söylese, siz dinleseniz, siz söyleseniz o dinlese...

Sohbet sohbeti kovalasa...

Laf lafı, laf da tütün kesesini açsa...

Ah...