Gezinti

Güneşin tam tepede olduğu vakitler. Tenimize değdiğinde irkiltecek denli kızgın bir güneş adeta kaşlarını çatmış, ne işiniz var buralarda, dercesine öfkeli sanki.

Oysa ovalar dar gelmede şu aralar. Keçiboynuzu gibi çiğnedikçe yoran ve giderek yavanlaşan “ajans” haberlerine canınız cehenneme çekmek pek mümkün olmayan bir lüks. Ama kulağımızın her daim  son dakika haberlerine kilitlenmiş olması da hiç mi hiç hayra alamet değil. Bundan kaynaklı bir yoğunlaşamama hali ve buna eşlik eden şiddetli mutsuzluköfkekaygı sendromu gerçeklik zeminimizi paralize ediyor.  Bununla birlikte sular seller gibi akan  kronik yorgunluk ise yaşam enerjimizi alıp götürebilir.

Farkındayız. O enerjiyi düşürmemek, kaybetmemek, saklayıp büyütmek için elimizden geldiğince. elbette kendi çapımızda ufak nefes molaları icat ediyoruz.  Her bir eylemimize kendinden bağımsız bir anlam yüklemek haksızlık... Başta kendimize, tamam ama yapacak bir şey yok. Biraz böyle, tüm bilme biçimlerini de içinde yoğurarak ve kendinden daha büyük bir fotoğrafın parçası yaparak anlam kazanabilecek tüm yapıp etmelerimiz.

Yoksa kendi kendimize ağır gelme hali sürgit devam eder. Kendimden soğudum vallahi, dedirtir. “Su çürüdü”nün bir başka biçimde söylenmesi gibi. İmgesi az, öfkesi ve yorgunluğu fazla.

İşte güneş tam tepede dedik. Cayır cayır yakıyor. Yaksın ne çıkar. Kalkıp ufak bir gezi için geldik, bir yerlere sakladığımız “iyilik” ve “güzelliği” bulmak için. Şapkalarımızı çıkarmak mümkün değil. Yanıyoruz. İyi bir karar değil miydi acaba, diye sorgularken Antik kent, insanın içine işleyen fısıltısını ısrarla ulaştırıyor kulaklarımıza. Dün, bugün, yarın yekpare bir mermer parlaklığıyla önümüzde beliriveriyor.

Amazon kraliçesi Hiera'nın adı imiş Hierapolis. Kutsal şehir yani. MÖ 2. yüzyıl başlarında kurulduğu biliniyor. Amazonlar Yunan mitolojisine göre tamamen kadınlardan oluşan anaerkil bir topluluk. Erkeklerle yılda bir kez görüştükleri, kız bebekleri büyüttükleri, erkek bebekleri babalarına verdikleri rivayet ediliyor. Ayrıca Anadolu'da Ephesus, Smyrna gibi birçok kenti kurdukları söyleniyor.  Rivayetler çok ve muhtelif. İşte adını bir Amazon kraliçesinden alan  Hierapolis'e doğru zorlu bir yürüyüşe girişiyoruz.

Nekropol denilen mezar anıtları sağlı sollu sıralanmış. Farklı biçimlerde, taşın soğukluğu ve yaşamın devinimi donakalmış sanki, bin yıllara meydan okuyan mezar odalarında.  Zenginlere yapılan azametli mezarların yanında fakirlerin derme çatma kaya oyukları yan yana imiş nasılsa.

Ölüm mü eşitliyor yoksa ölüm eşitsizlikleri mi tescilliyor sorusu havada asılı kalıyor.

Onca ölümler kaç bin yıl  sonrasının bugününde içimize diken gibi batarken,  “seçkin” aileler, yoksul aileler, servilikler, kır çiçekleri ve gökyüzü alabildiğine uzanıyor.

Yolculuğa devam...

Hierapolis bir tedavi merkezi aynı zamanda suları bol. Pamuk gibi olması gerek demekki şehre gelen ziyaretçilerin. Bundan ötürü hamamlar yolcuların yıkanarak şehre girmeleri için şehrin dışına inşa edilmiş,

Niyeyse Füruzan'ın Temizlik Kolu öyküsü aklıma geliyor. Kocaman bir yumru oturuyor böğrüme.  Füruzan'la Hierapolis'in ahalisi kaç bin yıl sonra, şu an, şimdi çağrışımların ve imgelerin yanar dönerliğinde yan yana geliveriyorlar. Ne hoş.

Sıcak, sarı sıcak üstelik. Antik tiyatroya tırmanıyoruz. “Yapıcılar türkü söylüyor” 9.500 kapasiteli bir tiyatroyu kıskanmamak mümkün mü. Bugünden 2016 Türkiyesi'nden garezden kapkara olmuş suratımla bakıyorum.

Selam olsun Bolu Beylerine diyorum.

“Yık yık yık, tiyatroları da, sinemaları da, yak yak yak yabancı oyunları da, Şekspiri de, Molyer'i de, onu da bunu da onu da” diyor içimdeki kötücül küçük demonik yaratıklar.

Söylemeden geçmeyelim, gladyatör dövüşleri de yapılıyor imiş bu tiyatroda. Sahne altındaki çukurluk bölümle oturma sıraları arasında seyircileri vahşi hayvanlardan korumak için yaklaşık bir metrelik bir yükseklik farkı varmış. Bu yüzden kolayca anlaşılırmış antik tiyatrolar...

Biberiye kokularına kekik kokuları karışıyor. Gecesini düşünüyorum iki bin yıl önceki bir geceyi. Oturmuş hayal kuran bir kadını, yıldızları... Yıldızlara çetin yollardan ulaşılır diyen bir bilgeyi. Çağıran, bekleyen,  en ışıltılı sesiyle.

Sonra Palmira’nın bol yıldızlı göğünden süzülüp gelen insana yakışır inadı ve tutkuyu işitiyorum. Halid Esad’ın bin yıllara yayılan insanca çığlığı “burada doğdum, burada öleceğim” diyen. Her bir sütuna dişle, tırnakla, sevgiyle, emekle kazınmış insanlığın birikimini...

Hiç tükenir mi insan.