Bereketli topraklar...

Orhan Kemal'den söz etmiştim geçen hafta. Yıldızların söndüğü anlardan, deniz fenerlerinden. Asıl adı Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal memleketimizi garip bir ironi ile bereketli topraklar olarak niteler -bu konu üzerine  detaylı düşünmeli- ve aynı adlı romanında üç topraksız  köylünün kente göçünü ve burada tutunma çabalarını anlatır. 

Romanın basım tarihi 1954'tür. Daha iyi bir yaşam umuduyla Adana'ya göç eden üç köylü; İflahsızın Yusuf, Köse Hasan ve Pehlivan Ali'nin acı dolu hikayesidir anlatılan. Keskin kapitalizm koşullarında, emeklerinden başka satacak hiçbir şeyleri olmayan, bilinçsiz, ürkek, yaban, arkalıksız, gariban üç işçinin yürekleri dağlayan, tüm zamanları kesen, kadim hikayesidir eni konu kurgulanan.

Orhan Kemal romanı ile ilgili şunları aktarır: “ Bu kitap, kendi bilgi ve görgülerim dışında bir lokma ekmek için kötü iş şartları içinde zehir gibi bir hayatı yaşayanlardan derlenmiş malzemeyle meydana gelmiştir. Yayımlanmadan önce, çeşitli ırgat, usta, usta yardımcısını toplayarak bir gece sabaha kadar okudum onlara. Dinlediler ve eksik bile, Çukurova'nın bereketli topraklarında öyle işler olur ki, aklın durur. Sana anlatsak, bir değil beş roman çıkarırsın...” 

Böyle derler kitap ile ilgili.  Fethi Naci de “ Roman belli bir tarihsel anı, unutulmayacak bir ustalıkla, tesbit ettiği için tarihi ve sosyal gerçekçiliği, ele aldığı, gerçeğe uygun olarak gösterdiği için güçlü ve kalıcı. Orhan Kemal'in en güzel romanı bence.” der.  

Yani 1970'deki Orhan Kemal'in cenaze arabasına asılan “biz işçiler hatıran önünde saygıyle eğiliriz” pankartı boşuna yazılmamıştır. Büyük yazar romanda geçtiği gibi “ya vermeli canını insanlık için, ya da kalabalık etmemeli dünyamızda” şiarını  hem gündelik yaşamında hem de roman ve öykülerinde yeniden üretmiş, insani gerçekçiliğin edebiyatımızdaki temsilcisi olmuştur. 

Orhan Kemal'in 1938 yılında Niğde'de askerdeyken Nazım Hikmet ve Maksim Gorki'nin kitaplarını okumaktan ve komünizm propagandası yapmaktan -yabancı rejimler lehinde propaganda ve isyana muharrik- 5 yıl hapis cezasına mahkum edilir. “Allah yok be!” serzenişini duyar gibiyim, belgeselde de kullanmıştık. Ve 1940 yılında, Büyük Şair dediği Nazım Hikmet'in Bursa hapishanesine gelişini anlattığı bölümü unutamam. Heyecandan yerinde duramaz. Bir kış günüdür. Hapishanenin bahçesi karlar içindedir. Ama Nazım'ın gelişiyle sanki karlar erimiş, nazenin bir bahar günü gelmiş de, çiçeklerin üzerindeki karlar damla damla buharlaşmış gibidir. Güneş doğmuştur. Böyle anlatır duygularını ve Koca Şair'i  görünce hissettiği heyecanını Orhan Kemal... Şiir yerine öykü yazmasını ise Nazım salık verir. Orhan Kemal ise gün gelir Türk edebiyatındaki en önemli öykücü ve romancılardan olur. 

İbrahim Balaban'ı hatırladım, onun da ressam olmasının nedenidir Nazım...  Ne güzel anlatırdı Mum Dergisi toplantılarında Nazım'ı Balaban. Orhan Kemal'in sözcükleriyle,  sanki hapishanenin bahçesindeki karlar eriyor gibi gelirdi bana da... 

Şimdi mi? Şimdi güneşin ve yıldızın olmadığı zamanlardayız. Yıldızımızın parlaması için üstünü toz kaplayan, kuytulara süpürülen bazı şeyleri hatırlamak gerek. 

Bereketli mi hakikaten bu topraklar? Evet, bereketli idi. Hem de çok. Ama nicedir bir çoraklık, bir hastalık, bir kıran girdi. Yalan mı? Hapishanede bile üretmeye, yazmaya, eğitmeye ve dolu dolu yaşamaya adanmış yaşamları gördükçe bugünkü çoraklığımdan boynum bükülüyor. Susuyorum. Gülmek bir halk gülüyorsa güzeldir, dizeleri eşlik ediyor ya... İç savaş alıştırması ve atıştırması Türklük ve Kürtlük üzerinden gevelenip duruyor ya... Bu çoğrafyadaki “halklar” denip denip duruluyor ya...

Kahırlanıyorum. Darlanıyorum. Halk sözcüğünü bile “halklar” olarak çoğalttık nicedir. Ona bozuluyorum. 

Ama hakikaten Bereketli Topraklar romanı neden söz ediyor sahi?  Açayım. Şöyle: Bu romanı okuduğunuzda Köse Hasan'ın kızına üstü dişli bir tarak ve saç tokası alma özlemine, ya da Yusuf'un “yılan ıslığı gibi seda veren” bir gazocağı almayı düşlemesine “halklar” söylemi karışmıyor.. Biz,  yahu bunlar Türk mü yoksa Kürt mü, aslında Alevi de olabilirler mi, diye düşünmüyoruz mesela... 

Topraksız köylüdürler, kentte işçidirler ve kapitalist pazarda emeklerinden başka güvenebilecekleri ve satabilecekleri başka da “mal”ları yoktur bu işçilerin. Ezilirler, örselenirler, kahrettirirler, utandırırlar, gururlandırırlar. 

Ama halktır onlar. Ama sınıftırlar yani... Hikayedeki Rus komünistinin apaçıklığı gibi. İki sınıf vardır: Burjuvazi ve proletarya... 

Adaleti parayla alamayan taraftadırlar onlar. 

Yarın işsiz kalırsam diye kaygılanandırlar ve genellikle de işsiz kalmakla terbiye edilmeye çalışılanlardır. 

Toprak ağası değildirler. Aşiret reisi hiç...

Topraksız köylüdürler.

Yövmiyeyle çıçır fabrikasında çalışırken iş cinayetlerine kurban giderler. 

Askerde 20'lik delikanlıdırlar, öldürülürler. 

Dağda yine onlar... 

Onlar “halklar” değil halktırlar.

Bereketli Topraklar bu ayrımı yapmaz. 

Bu topraklar bereketli değil nicedir. 

İşte bu yüzden. 

Bu yüzden işte...