Bağzı feministler ve saçma sosyalizm

Geçen hafta 8 Mart’ta t24’te Senem Timuroğlu’nun yazısını okuduğumdan beri rahat edemedim. Koşuşturma içinde, bir an önce yanıt vermeyi dilediğim yazıyı, planladığım zamanda yazamayınca bu kez de Sevgi Soysal ve Leylâ Erbil peşimi bırakmadı. Olur olmadık zamanda çıkageliyorlar. Hem çok heyecanlanıyorum, hem sevinçten ne yapacağımı bilemez oluyorum, hem de kekemeliğime öfkeleniyor ve yazının başına bir türlü geçemediğime içerliyorum.

Her işte bir hayır var, dedikleri bu olsa gerek çünkü yazı sayesinde Sevgi Soysal ve Leylâ Erbil’le bol bol sohbet etme fırsatı yakaladım. O ayrı. O ayrı da. Sayın Senem Hanım’ın yazısındaki anokranik saptamalar ve zaman-mekan-bilinç üçgeni dışında yarattığı tuhaf ve sisli evren hem sözünü ettiği 1950-70 dönemini baş aşağı etmesine neden oluyor hem de gerçekliği ters yüz ederek aslında liberallerin hep yaptıkları üzere “iyi-güzel-mümkün” olan her şeyi iğdiş etme, itibarsızlaştırma eğilimi taşıyor.

Sayın Timuroğlu “Bu yazıda, Sevim Burak (1931-1983), Leylâ Erbil (1931-2013), Sevgi Soysal (1936-1976), Tezer Özlü’nün (1943-1986) yapıtları hakkında çeşitli atölyelerde ve sempozyumlarda sunduğum, geliştirdiğim ve bir kitap çalışmasına evrilmekte olan gözlemlerim üzerinde durmak istiyorum” diyerek başlıyor yazısına. Yazıyı baştan sona okuyunuz. Ancak bu yazıyı okurken, Leylâ Erbil’in ilk olarak Mayıs 1997’de “Düşler Öyküler” dergisinde yayınlanmış Yılmaz Varol imzalı söyleşisini de okuyunuz. İki metni yan yana okumak bile Sayın Timuroğlu’nun –belki kendisi bile farkında olmadan- ne yapmak istediğini turnusol kağıdı gibi apaçık ortaya koyuyor.

Sözü edilen yazarların, 60’lardaki İkinci Dalga Feminist Hareketin Türkiye’deki erken ve sezgisel temsilcileri olduğu iddia ediliyor. “Türk edebiyatının 1950-70 arasını kapsayan yirmi yılını, memlekette esen feminist bir cereyan olarak okumayı” öneriyor. Olabilir, neden olmasın. Çünkü Cumhuriyet’in kazanımları arasında yer alan kız çocuklarının okullaşması ve meslek edinmelerinin teşvik edilmesi sonucu kentlileşmeye çalışan ve bağımsızlığını sınırlı da olsa ilan eden, siyasallaşan ve güçlenmeye çalışan kadınlara, öncü kadınlar olarak kızkardeş yazarlar patikaları açıyor, ekmek kırıntılarını görebileceğimiz biçimde serpiyor. Ne güzel.

Ancak güzel ve etik olmayan, Sayın Timuroğlu’nun bu döneme, öncesine ve kadın yazarlara bakarken, onların büyüyüp serpildiği atmosferi görmezden gelmesi. Öyle ki, sözünü ettiği tarihsel dilim, Türkiye’de toplumsal mücadelenin ivme kazandığı, sosyalizm kavgasının aydınlar eliyle ideolojik olarak yeniden üretildiği, Türkiye aydın hareketinin TKP ve TİP ile yan yana ve iç içe geçtiği bir dönem olarak simgeleşiyor. Leylâ Erbil’in 1961 itibariyle TİP üyeliği ve komisyonlarda çalışmışlığı var. Sevgi Soysal için ise resmi bir üyelik kaydı yoksa da, dönemin bütün aydınları ve yazarları gibi o da parti çevresinde eşit, özgür ve aydınlık bir Türkiye için mücadele veriyor.

Timuroğlu, kadın yazarların içine doğduğu, beslendikleri ve besledikleri bu atmosferi görmezden gelmekten çok daha vahim bir şey yapıyor. Tüm bütünsellik ağını ters yüz ederek şunları yazıyor: “Türkiye’de ise Cumhuriyet’in kuruluşuyla yeni bir tarih ve dil anlayışı, kurumsallaşan devlet feminizmi kadınların 19. yüzyıldaki hareketten haberdar olmalarının önüne geçmiştir. 1960’larda ise erkek edebiyatın, toplumsal gerçekçilik, psikanaliz ve varoluşçuluk ile ilgilenmesi, diğer yandan sol siyasetin 'kadın sorunları'nı burjuva işi nitelendirip ikincil kılması, bu nitelikler ile donanmış bir kültürel çevrede yer alan kadınların dünyasındaki feminist eleştiri ve edebiyatı yakından takip etmesini olanaksız kılmıştır” buyuruyor. Üstelik Leylâ Erbil’in Mayıs 97’de verdiği ve kendisinin de “saçma sosyalizm” göndermesi yaparak yazısının çatısını oluşturduğu röportajı da tarumar ederek (İster istemez yazarın ya okuduğunu anlamama –ki pek mümkün görünmüyor- ya da niyet problemi olduğunu düşündürtüyor bu yaklaşım).

Liberal solun hep yapageldiği eleştiri incileri artık kabak tadı veriyor. Ne demiş oluyor Sayın Timuroğlu?

Cumhuriyet’le birlikte Osmanlı Kadın Hareketi’nden kalan ne varsa derdest edildi, “tu kaka Cumhuriyet” nedeniyle ortaya çıkan devlet feminizmi kadınları –elbette sözü edilen kadın yazarları da- dünya feminist hareketinden kopardı. Bu da yetmedi, üstüne sol siyaset, kadın sorunlarını, “burjuva işi” ilan edip ikincilleştirdi. Ve elbette bu bıyıklı yoldaşlar nedeniyle, yazık ki bu kültürel çevreye maruz kalmış kadın yazarlar ise dünyadaki feminist eleştiriyi ve edebiyatı takip edemedi…

Ne oluyor? İş dönüp dolaşıp sıkıcı ve bıktırıcı bir biçimde aynı yere geliyor. Osmanlı Kadın Hareketi yüceltilirken (oysa son derece önemli bir tarihsel kesittir) Cumhuriyet döneminde kadınların eşit yurttaşlığı kazanması bir minicik teferruat olarak görmezden gelinerek bugünün “devre aracıları” ile ve Aydınlanma karşıtları ile aynı noktaya düşülüyor.

Hoş, bu anlayışa göre Aydınlanma hamleleri, azınlığın çoğunluk üzerindeki despotizmi olarak tanımlandığından, ne şiş yanıyor ne kebap.

Ama kadın hakları mücadelesi veriliyor.

O ayrı.

Zaten Sevim Burak, Tezer Özlü, Sevgi Soysal ve Leylâ Erbil “Sosyalist erkek eleştirmenler ve erkek yoldaşlarının cüretkâr, ara sıra namussuz ve alçak, zalim tavırlarına karşı pes etmemişlerdir”.  

Evet, pes etmediler. Böylesi pervasızca, özensiz ve lafın nereye varıp geleceğinden bihaber bağzı gorgolara karşı da pes etmediler.

Gerisi teferruat değil mi?

Liberal solun kemiği yok nasılsa…

Sonuç olarak, bu tartışma daha çok su kaldırır. Ama yeni değil ki… Böyle böyle geldik bugüne. Gorgolar tüm ifadeleri, tüm bağlamları, tüm sözleri sonsuz bir iştahla yamultmak istiyorlar. Ne kadar çoklar.

Ama ne kadar boşlar…

Not: Bu yazıyı okurken aşağıda bağlantısı verilen iki yazıyı daha okuyunuz. Birinde genişleyecek, gönenecek; ötekinde daralıp bunalacaksınız. Ama tünelin sonu selamet. Garanti.

http://bianet.org/biamag/sanat/148750-delilige-duskun-bir-yazarim

http://t24.com.tr/k24/yazi/feminist-edebiyatimizin-kose-taslari,1105