Babam'a

Yaz geçer...

Bu sözcüklere sinmiş bir çaresizlik ve kadere razı olma tınısı var mı?

Yaz geçer...

Bir şiir adı. Yanılmıyorsam Murathan Mungan'ın bir şiiri.

Yaz geçer...  Evet geçer; herşey geçer... Her-şey...

Kalan nedir?

Bu soru cebimizde kalsın. Aklımızda, avcumuzda, yüreğimizde.

Kaybederken bulduğumuz, nedir o bil?

Nedir o bil?

Bir yıldız.

Işık tozu.

Ağustos böceği huzuru.

Nedir o hakikaten?

 

Uzun bir yaz mevsimini yaşıyoruz.

Son dakika haberlerinden, ölümlerden, acılardan, çığlıklardan, riyadan,  darbe girişiminden,  eziyet edip edip geçen tüm darbelerden arta kalan riyanın verdiği iç ezikliğinden, ülkemin düştüğü, düşürüldüğü hallerden, televizyon ekranına yansıyan kekeme konuşmacılardan, bilen adamlardan, akil beylerden,  duyan ama demeyen, gören ama görmezden gelen, susan hep susan, alnı secdeye değenlere yüklenen yüksek ahlaktan, sürekli konuşan erkeklerden, zihnen kılınan namazdan, niyazdan, aldatmacadan riyadan, duymadık görmedik pandomiminden, baba katilliğinden, çürük bir diş gibi sızlayıp duran ülkemden yorulunca.

Yaz geçer.

Bazen dört nala, bazen süründüre süründüre, bir yudum suya hasret bıraka bıraka.

Yaz geçer.

 

Ege'de bir yerde. Deniz kokusunu içime çeke çeke, bıkkınlığımı nerelere koyacağımı bilemeden, evin varendasında bir kaşif heyecanıyla yaban domuzu gözlemine soyunmuşken. Babamın gözleriyle Didim'e mavi mavi bakarken. Doğanın nefes kesen seslerine dikkat kesilmişken. Her sesin birbirini tekrar eden sırası ve tınısı tüm günlere, akşamlara ve gecelere yayılmışken. Yaprak kımıldamıyor derken  bir sert yelin  kitabın yapraklarını darmadağın etmişken.

Yaz geçer...

 

Hayat ne karışık, hayat ne olağan, hayat ne sıkıcı, hayat ne güzel...

Hayatta ben en çok babamı sevdim, deyip deyip. Babamsız geçen onca yılda neler yaşayıp ardımda bıraktığıma bakarken.

On üç yıl. Babamın gözleriyle bugüne, şu ana, şimdiye. Başını iki yana sallayan babam. Ah edip, öfkelenen babam. Yüzünü buruşturup, ne halde bu ülke diyen babam. Küfürü basan babam. Ben oynamıyorum deyip çekip giden babam.

Ardından bakakalan ben, biz, yaban domuzlarına verdiğimiz adları sayıyorken. Bekçi köpeklerinin bıkkınlık veren havlamalarının ardından ilk iki küçük kafadarın, Köprüaltı Çocukları'nın. Yetim, cılız, serseri, özgür iki küçük yaban domuzunun. Hafifrek koşuşturmalarıyla açılan perdenin. Ardından gelen Yalnızkalp'in. Ağır abi havalarında verdiği pozlar. Hep mi yalnız olunur a evladım, diyen birileri. Babaannem mi? Böyle mi konuşurdu babaannem?

Sonra mutlu aile fotoğrafı çektirerek bizi kıskançlıktan ikiye bölen evcil aile.

Gork gork...

Koyduğumuz tüm karpuz ve salatalık kabuklarını yiyen.

Uzun burunlu, haram etli yaban domuzları.

Mındarlığınız batsın. Çok sevimlisiniz mutlu aile dahil.

Sonra

Sonra mı, son dakika haberlerine karışan ağustos böceği cırcırları.

İçerden gelen kızarmış biber kokusu.

Her şeye rağmen, kızarmış biber kokusuna saklanan Memduh Şevket Esendal'ın  “hayat ne tatlı” dedirten öyküleri.

Kaybettikten sonra bulduğumuz.

Nedir o, bil.