Ayrılık yaman kelime

Sayılı gün çabuk geçer demişler. Bir aya yakın Paris seyahatimizin son günleri de göz açıp kapayana kadar bitti. Kocaman bir boşluk asılı kaldı yüreğimin üstünde. Bu boşluk ve hüzün sadece ayrılık acısı olmasa gerek diyor içimde bir yerler.

Değil..

Sadece Paris'ten ayrılıyor olmak değil bu kadar canımı yakan. Canımı yakan aslında savaş ortamına toz duman içinde yuvarlanan ülkemle yeniden, gerçek anlamda buluşmak. 

Artık içim kabardığında en kadim köprü olan  Pont Neuf'ün serin taşlarında alnımı serinletemeyeceğim. Paris sokaklarında tabana kuvvet kaybolurken, bana sonsuz şaşkınlık ve sevinç yaşatan saklı cennet bahçelerini, sanki bir gizi taşırmış gibi dantel misali işlenmiş sıradan Paris evlerinin oymalarını, ahşap merdivenlerinin insanı soluksuz bırakan dikliğini, Montmartre yolunda bıçak gibi keskinleşen sınıf farklılıklarını ve yoksulluğu, Sacre Coeur”a çıkınca, “Dün sana tepeden baktım ey Paris” dizelerine karışan İstanbul'un soluklaşan silüetini görmeyeceğim. Portekizli kapıcı madamla tek bir sözcükte ortaklaşamamanın eğlenceli çaresizliğini ama gönül diliyle, gülümsemeklerle kurulan köprülerin çocuksu taşkınlığını yaşayamayacağım.

Peki ya, yerde bulduğu yüzüğü bana vermeye çalışan Bosnalı kadının çaresizliği? Göz göze geldiğimiz an, durup beklediğimiz o an, derinlerde bir yerlerde iki kız kardeş olarak elimizde dünyayı, lanet dünyayı,  güzelleştirecek bir sihirli değnek olmasını dilememiş miydik? 

İşte bu karşılaşmalar, bu sürprizler, ince sevinçler yaşanmayacak artık. İnsanların birbirinden nefret ettiği ülkeme dönüyorum çünkü. Bizim oralarda insanlar birbirine selam vermiyor. Bizim oralarda, giderek kötücülleşen insan ilişkileri nefret, kayıtsızlık, öfke , kıskançlık ve kin üretiyor. Bizim oralarda herkes homurdanıyor, herkes mutsuz, ancak bu mutsuzlukların nedenini derinlemesine düşünmeyi reddediyorlar. Herkes birbirini dibe çekmek için özel bir çaba sarfediyor. Yapılan güzelliklere, üretimlere burun kıvırmak, görmezden gelmek, yok saymak,  kara çalmak, o da olmadı ezmek bir marifet sayılıyor. 

İşte bunlar, gülümseyerek bir merhabayı  birbirimizden esirgemekten geçiyor. Tıpkı uzaklaşıp giden bir Sait Faik öyküsünün içinize sızdırdığı incecik bir sızı gibi. Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey dediği gibi... Sonrasında tıpkı burada bir insanı sevmekle bitiyor  denirkenki umutsuzluk gibi.  Çokça yoksullaşmamız, çokça kurumamız, üstelik bunun farkına da çaresizce varmamız gibi. 

Ülkem toplum değil topluluk değil, bir yığıntı , bir güruh olmaya ne zaman başladı Allasen? Bunun sosyolojik açıklaması ne ola ki? Nasıl yapıldı  herkesin bağırıp kimsenin birbirini dinlemediği, çöl kanunlarının geçer akçe olduğu bu canavarlar evi? Çatısı, iskeleti, harcı, demiri, betonu nasıl çatıldı, karıldı? Hangi malzeme çürük çıktı da langur lungur sallanmakta? 

Bütün bunlar, bir merhabayı esirgediğimizden, kesin. Her şey böyle başladı. 

Bu kibir, 

Bu riya, 

Bu sevgisizlik, 

Bu mutsuzluk, 

Bu öldürcü ve zehirleyici öfke...

Dedim ya, ayrılık yaman kelime... Paris'ten ayrıldım. Aşkımdan... Zaten aşk, aşığa yüklenen anlamlarda gizli değil mi? 

Sanırım ben bir Paris aşığı monşer oldum. 

İşte bu kesin bilgi.