Aydın mısın?

Aziz Nesin'i özlüyorum. 

“Aziz Nesinlik olay”lar öksüz kaldı nicedir, biliyorum. Üstelik öylesine traji-komik ki yaşadıklarımız, bir yerlerden muzip çehresiyle, çizgi gözleriyle çıkıverecek gibi geliyor. 

Aziz Nesin'i özlüyorum. 

Hiç karşılaşmamış, hiç sohbet etmemiş, hiç el sıkışmamış olsak da nasıl tanıdık geliyor her bir yapıp etmesi;  karınca çalışkanlığı, inadı, öfkesi, sevinci. 

Buna eşlik eden bir de sadeliği, yalınlığı var ki... 

Dolandırmadan, süslü püslü laflar etmeden, o ince mizah ve zekasıyla, gocunmadan, kendine acımadan, öfleyip püflemeden, kibirsiz ve alçakgönüllü bir biçimde durgun bir su gibi bazen, bazen de çağlayanlar gibi kendi hayat düsturunu söyleyivermesi var ya, beni büyülüyor. 

Bu kadar açık yani.

Bu kadar net ve sade.

Bu kadar doğal. 

Başka türlüsü nasıl olabilir ki üstelik?

“Yemeğimi rahat yemek istiyorum. Rahat ısınmak, rahat uyumak istiyorum; bu benim hakkım değil mi? İşte ben bu hakkı istiyorum. Bu hakkı insanların, çoğunluğun elinden alan mutlu azınlığın sonuna dek, yazdığım sürece karşısındayım.” 

Bu kadar. 

Kendinde ve insanlıkta birleştirdiği yalın bir hak arama yolculuğu. Ne eksik ne fazla. 

Bu yalınlık, derinliği de beraberinde getiriyor üstelik.

“Benim toplumculuğum” diyor. “Vazgeçilmez bir borç ödeme çabasıdır; anneme olan borcum, Galip amcama olan borcum. Maddi manevi varlığımın bütün hücreleriyle topluma olan borcum.”

Borç ödeme duygusu, hak bilirlik... 

Kendini ottan, börtü böcekten,  okuma hakkı gasp edilmiş çocuktan, resimli ilmihal'e mahkum edilmiş toplumdan, yalandan, dolandan, talandan sorumlu hissediyor. Çünkü biliyor. Bilmenin sorumluluk olduğunun farkında. Sorumluluğunu yerine getiriyor. 

Aziz Nesin bu. Başka türlü nasıl olunur bilmiyor?

Sonra bir fotoğraf gelip karşımda duruyor. Siyah beyaz bir fotoğrafta Haliç Köprüsü. 25 Kasım 1946. Tan gazetesi yağmasından sonra 1 yıl geçmiş. 

Ağlanacak halimize gülebiliyorsak, mizah gibi önemli bir silahımız varsa, terslikleri, yalanları, riyaları, haksızlığı güldürerek eleştirebiliriz diye düşününce kolları sıvıyorlar. Esat Adil'in evinde Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin işte bunu tartışıyorlar. Marko Paşa doğuyor. Paralar kıt... Türkiye Sosyalist Partisi'ne üye işçilerden toplanan para yetmez elbet.  En az 700 liraya gereksinim vardır. Sabahattin Ali koyar eksiğini. İmece. İşte yukarıda sözünü ettiğimiz 25 Kasım Haliç köprüsü fotoğrafının bir bölümü budur. 

Diğeri ise, 6 bin adet sıcak sıcak “Halk İçin Haftalık Siyasi Mizah Gazetesi” Marko Paşa arz-ı endam etmiştir. 2 bini Anadolu'ya gönderilmek üzere paketlenir. Geri kalanı dağıtımcılara. 

O da ne? Hiçbir dağıtımcı dergiyi almak istemiyor. Halbuki anlaşmışlardı. Kimbilir polis mi sıkıştırdı. Kimden korktular? Paralar dergiye dönüştü ve dağıtılması ve satılması gerek..

İşte Aziz Nesin o soğuk sonbahar günü Haliç Köprüsünde, İstanbul'un içine işleyen sinsi rutubetine karşın boncuk boncuk terliyor ve bir yandan da “ Yazıyooor! Yazıyooor! Marko Paşa'nın nasıl dert dinlediğini yazıyooooor! diye bağıra bağıra dergileri satıyor. 

Böyle böyle Marko Paşa 60 bine kadar tiraj yapan bir dergi olarak halkın dertlerini dinliyor. 

Öyle çok fotoğrafı var ki Aziz Nesin'in. Karınca adam. Küçük dev adam. Gizli dertleriyle halkına parasız yatılı borcunu ödemeye çalışan adam. 

Şarabi Eşkıya...

Aziz Nesin;

Yalnız kaldı. 

Yalnız bırakıldı.

Çoğunun güçsüzlük sandığı yalnızlık. 

Yalnızlığında kalabalıklaşmasını öğrenmiş insanlar için en büyük güçtür.  

Görmezden gelindi.

Rahatsızlık verdi.

Keyifleri kaçırdı. 

Çünkü yaşamı boyunca eyledi. 

Yapılabileceğini gösterdi. Durmadı

Duranları durmadığı için rahatsız etti.

Yalnız kaldı. 

Çoğaldı. 

Aydıncıkların riya örtüsünü çekip aldı. 

Sen çok yaşa Aziz Nesin!