Ahmet abi beni bağışla

Üzerinden on gün geçti. Hep dedik, her zaman diyoruz, yine diyelim. Kaza değil, kader değil, cinayet... Katliam. Katliam. Hani bir seri katilin eline makinalı tüfeği vermiş gibi. Yüzlerle sayılan işçileri teker teker teker öldürmek gibi. Savaş değil. Savaşta değiliz ki. Sulh içinde yaşarken kıyı kıyı. Hani ay sonunu nasıl getireceğini bilmeyen bir öğretmenin elit, katliam bölgesine ahçısıyla gidenin halk adamı olduğu yeni Türkiye, demiş biri. Yani dağılan, ters yüz edilen, dökülen yeni Türkiye.

Lime lime, iç burkan, iç sıkan, mide kaldıran, utandıran, utandıran, insanlığından utandıran Türkiye.

On gün önceydi. Bahar geldi diye sevinebiliyordum ara ara. Hani çiçekler açtı, misk zambakları baygın kokularını saldı. İşte yaşıyoruz, şükür diyerek kıyısından mutluluk. Zaten mutluluk nedir ki, arada bir yakalayabilirsen ne alâ. Sonra günlerden Salı oldu. Soma’dan iyi haberler gelmedi. İyi haberler gelmemeye başlayınca durup düşünmek lâzım çünkü kötünün en kötüsüdür o Türkiye’mde. Giderek ton ton karardı herşey. İntihar etme modundayım ne yalan söyleyeyim.

Başta öfkeydi. Tıkanasıya, nefes alamamacasına öfke ve üzüntü. Günde üç öğün ağlama nöbeti. Eziklik, suçluluk, çaresizlik sonradan geldi. Hepsi birden. Aman vermemecesine çullandı. Şimdi utanç ve suçluluk karabasan gibi üstüme gelmede, boğazımı sıkmada.

İtiraf ediyorum: Soma’daki katliamdan ben sorumluyum.

İşte bu dert, bu gizli dert kemirmede beni. Şimdi söyledim ya, itiraf kurtarır belki az biraz ezilen, örselenmiş, paçavralaşmış ruhumu. Ama kimin umrunda. Elime kan bulaşmış çoktan.

Keçeleştim, kurudum, ıssızlaştım, yediğimin içtiğimin tadı yok. Zambaklar sadece sûretten ibaret artık, asma güllerinin kırmızı rengi ellerime bulaştı. Lady Macbeth gibi habire elimi yıkamaktayım. Ovuşturmaktayım elimdeki kan gitsin, kaybolsun diye. Derin depresyon mu der buna hekimler. Kolumu kaldıracak halim yok nerdeyse. Uyusam hep uyusam. Uyuyarak arınsam. Temizlensem.

Dönüp duruyor işte. Aziz Nesin rahat bırakmıyor. Diyor ki parasız yatılı okudum, bu halk beni, yedirdi, içirdi, okuttu. Bu halka karşı sorumluyum. Nerden okudum diyorum, nerden Aziz Nesin’e kulak verdim. Ah, bütün sorumluluk bende.

Ben suçluyum.

Madem okudum. Madem ağlayabiliyorum. Madem kendi kaderimi bu ülkenin kaderine bağladım. O zaman. O zaman ne? Ne yapacağım? Nasıl bir insan olacağım?... Bu soruyu ilk kez kendime sorduğumda ve zırıl zırıl ağladığımda üniversite birinci sınıf öğrencisiydim. Şimdi alabildiğine yaş almışken. Aynı soru mu yine? Büyümemiş miyim? Nasıl? Neden? Nasıl? Neden? Nasıl?

Bir kırılma noktası mı bu? Bir kırılma noktası olabilir mi? Bir kırılma noktası yapabilir miyiz? Benim kişisel tarihim için, Türkiye’nin çaresizliği, körpe ve kırılmış filizleri için.

Çaresizlik. İçten yakacak. Kavuracak belli. Bir Düğün Gecesi’nde hep ve ölene kadar aklımdan çıkmayacak repliği yine, yeniden söylemek. “İntihar etmeyeceksek içelim bari” mi? Yoksa?! Başka?!

Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar

Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar

İtiraf ediyorum: Soma’daki katliamdan ben sorumluyum.