Empati zamanı

En ağır şartlarda çalışıp, en düşük ücretleri alan maden işçileri dünyanın ne kadar adaletsiz olduğunun en iyi örneği benim için. Bu nedenle Manisa’nın Soma ilçesinde meydana gelen maden faciasından sonra Hüseyin Çelik’in “Fakire dağıtılan kömürü zenginler mi çıkartsın?” şeklindeki vahim cümlesi bu “adaletsizliğin” tescili niteliğindedir.

Hayatın akışına kapılmış bir şekilde yaşamınızı sürdürüyorken ailenizden birinin aniden ölüp gitmesini kabullenmek, buna inanabilmek zordur ve kuşkusuz çok büyük bir travmaya yol açar. Maden faciasından sonra 301 emekçinin ailelerince artık görülemeyecek oluşu ne korkunç.

Bundan aylar önce Hatay’a gitmek üzere Şam’dan Lazkiye’ye geçmiş, Lazkiye’den de taksiyle Yayladağı sınırına varmıştım. Suriyeli görevliler “taksiyi gönderme, beklesin. Sınırdan geçemeyebilirsin, Türkiye tarafı artık geçişlere izin vermiyor” dediğinde “ne demek izin vermiyor, ben Türk vatandaşıyım, geçeceğim.” demiş ve taksinin beklemesine izin vermemiştim.

Sınırın öte tarafında altı aydır görmediğim annem, babam ve kardeşim beni bekliyorlardı. Pasaportumu mühürlemek için içeri girdiğimde memur dışarıdakilerden daha emin bir şekilde “Türkiye, sınırı kapattı” dedi. Durumu kabullenmeyip ısrar ettiğimi görünce “Ben mührü basarım ama Türkiye tarafı geçişini kabul etmezse en az bir hafta tampon bölgede kalmak zorunda kalırsın” dedi. Nitekim kalabalık bir ailenin başına böyle bir şey gelmiş ve Ankara’dan izinin gelmesi yaklaşık bir hafta sürmüş, aile o süreyi iki ülke arasındaki tampon bölgede geçirmişti. İkna olmadığımı anlayan görevli “Ailen seni bekliyorsa onları ara, geçişine izin verilip verilmeyeceğini öğren” dedi. Babamı aradım. Telefonu kapatmadan, görevlinin yanına gidip sorduğunda “artık kimseyi geçirmiyoruz” yanıtını aldı. Deliye döndüğüm anlardı. Görevliyle konuşmak istedim, babam telefona vermedi. Taksiyi de geri göndermiş olduğumdan beni sınırdan almaları için Lazkiye’deki yakınlarımı aradım. Ailem de çaresiz sınırdan ayrıldı.

Kabullenemiyordum. Aracı beklerken engellenmiş olmanın verdiği öfkeyle “Bırakın Türkiye kapısına gidip görevliyle konuşayım” dedim. Önce kabul etmediler. En son “Rahatlayacaksan pasaportunu ver. Git iki dakika konuş ve gel” dediklerinde koşarak görevlinin yanına gittiğimi ve görevliyle aramdaki sürgülü kapıyı tekmeleye tekmeleye tepki gösterdiğimi hatırlıyorum.

Beni Lazkiye’ye almak için araç geldiğinde hava kararmıştı. Yanımdakiler tedirgindi. Bense yol boyunca birkaç gün sonra başka bir ülke üzerinden Türkiye’ye geçerek ailemi görebileceğimi bildiğim halde o an onları görememenin beni ne hale getirdiğini düşünüp, “Ya ailemden herhangi birini hiç göremeyecek olsam ben ne yapardım!” diye sordum kendi kendime. Empati bu durumlarda akıl edebildiğimiz bir şey. İktidarın n kendi vatandaşlarına kapattığı ancak eli kanlı teröristlerin geçişine izin verdiği Yayladağı sınırından Türkiye’ye alınmadığım gün beni sakinleştirmeye çalışan, bazılarının yüzü hala hafızamda olan o Suriyeli görevliler de, sınırın 23 Mart’ta AKP’nin desteklediği “muhaliflerin” eline geçmesiyle birlikte hayata veda ettiler. Onların da kaderi “madencilerimiz” gibi oldu.

Yakınının kaybetmiş bir vatandaşın başbakanın bizzat kendisinden tokat yemesi başta olmak üzere tepeden tırnağa devlet erkânının Soma’da hayatını kaybeden madenci yakınlarına karşı sergilediği tavırlar insana pes dedirtiyor. Onların benim gibi empati yapma tutumları yok. Muktedirlerin tavrı değildir empati yapmak.
Hiç mi doğru bir şey yapılmaz bu ülkede? Böyle bir faciada işveren kendini hiç mi sorumlu hissetmez? O işletmeye ruhsat veren ve denetiminden sorumlu olan siyasi irade hiç mi kendine toz kondurmaz? O “otoriteyi” hiç mi eleştirilmeyeceğiz? Başbakan’ın Soma’ya geldiği sıralarda, eşinin cansız bedenini bekleyen bir kadının “Aslında haykıracaktım Başbakan’a! Ama eşimin cenazesini vermezler diye korktum!” demesi egemenlik algısının ne olduğunu da göstermiyor mu? 301 madencinin can verdiği faciada Bakan Taner Yıldız’ın iki gün üst üste gömlek değiştirmemesi “dünyalarını değiştirmiş” onca canın yanında nasıl dile getirilebilir? Muktedir anlayışın işçiye, emekçiye, insana, insanlığa ne kadar yabancılaştığını gösteriyor mu bu tutum?

“Bu işin fıtratında ölmek de var” demek, bir “kaderi” kabullenişin değil, bir kanıksamanın ifadesi aslında.

Kanıksamak acılara yabancı olmak demektir. Muktedirler, yoksula, emekçiye bu nedenle hep “yabancı” değil mi zaten?