Varşova Paktı'ndan Varşova (NATO) Zirvesi'ne[1]

4 Nisan 1949’da ABD liderliğinde kurulan ve çoğunluğu Batı Avrupa ülkelerinden oluşan 12 devletli bir askeri birlik olan NATO’nun temel amacı, komünizme karşı kapitalizmi korumak, onun askeri bekçiliğini yapmaktı. Daha 1947 yılında, George Kennan, ABD’yi tehdit eden şeyin Sovyetler Birliği’nin askeri gücü değil siyasi gücü olduğunu söylüyor, ABD başkanı Eisenhover ise, Sovyetler Birliği’nin Batı Avrupa’yı askeri yolla ele geçirmek gibi bir niyeti olmadığını bildiklerini, bununla birlikte NATO’nun ana görevinin, komünizm tehlikesi ile karşı karşıya bulunan halklara, siyasal açıdan onları güçlü kılacak bir güven duygusu aşılamak olduğunu vurguluyordu.

Yaklaşık altı yıl sonra, 14 Mayıs 1955’de, sekiz sosyalist ülke, SSCB, Doğu Almanya, Çekoslovakya, Romanya, Arnavutluk, Polonya, Macaristan ve Bulgaristan, Polonya’nın başkenti Varşova’da bir araya gelerek  “Dostluk, İşbirliği ve Karşılıklı Yardım Anlaşması” adı altında Varşova Paktı’nı kurdular.

İkinci Dünya Savaşının bitimiyle başlayan ve SSCB başkanı Gorbaçov’un Temmuz 1991’de Varşova Paktı'nı dağıtması ile sonuçlanan “Soğuk Savaş” yılları boyunca, sosyalist ülkelerin yanı sıra ilerici, devrimci ve sosyalist Asya, Avrupa ve Lâtin Amerika halkları, emperyalizmin savaş örgütü NATO’nun çeşitli provokasyonları, CIA darbeleri, işkenceler, cinayetler ve katliamlar ile karşı karşıya kaldılar. Buna karşın, Varşova Paktı, sözünü ettiğimiz 42 yıl süresince, ABD veya diğer NATO üyesi ülkelere herhangi bir müdahalede bulunmadı.

Sonuçta, sözde “Sovyet tehdidi” ortadan kalktı ama askeri varlığı ve birçok yan kuruluşuyla başta Doğu Avrupa olmak üzere, alanı dışında kalan tüm dünya ülkelerine yayılıp genişleyen NATO varlığını sürdürdü.  

Bu durum, başta ABD ve AB olmak üzere emperyalizmin öncelikli amacını da gösteriyordu. Doğu Avrupa ve Rusya çevresindeki eski Sovyet cumhuriyetlerinin kapitalizme tam entegrasyonunu sağlamak ve sosyalizmin kamusal alandaki son kalıntılarını da temizleyerek kapitalist ekonomiyi Rusya dahil olmak üzere tüm bölgeye yaymak.

1990’dan itibaren aşamalı bir plân devreye sokuldu.

İlk olarak, iki Almanya’yı birleştirme adına Sovyet birlikleri Doğu Almanya’dan çıkarıldı.  2. Dünya Savaşı’nı sonlandıran anlaşmaya göre, Sovyetler Doğu Almanya’da birlik bulundurma hakkına sahipti ama SSCB, doğacak boşluğu NATO ve ABD’nin doldurmaması karşılığında, Soğuk Savaş’ı bitirmeye, güçlerini çekmeye ve tek Almanya’nın kurulmasına onay verdi.  9 Şubat 1990’da Gorbaçov, ABD Dışişleri bakanı James Baker ve Almanya Şansölyesi Kohl biraraya geldiler. Baker Gorbaçov’a, NATO’nun “bir inç (2.5 cm) bile doğuya kaymayacağı” na dair güvence (!) verdi. 1990 Şubatı'nda Batı Alman Dışişleri bakanı Hans Dietrich Genscher ve Sovyet Dışişleri bakanı Edvard Şevardnadze arasında yapılan paralel bir toplantıda da benzer sözler verildi.

Ne var ki, 24-25 Şubat 1991’de, Camp David’de, ABD Başkanı (baba) Bush’un kendisine durumu aktaran yetkililere verdiği yanıt, kapitalizmin komünizme duyduğu o derin sınıfsal nefretin yanı sıra dünya egemenlerinin  gerçek düşüncesini özetlemekteydi;

”Cehenneme kadar yolları var! Biz varlığımızı sürdürüyoruz, onlar yok oldu!”

NATO RUSYA'NIN KALBİNE DOĞRU GENİŞLİYOR

Almanyaların birleşmesiyle “Doğu” Almanya Doğu Avrupa’nın ilk NATO üyesi oldu. Onu, 1999’da Macaristan, Polonya ve Çek Cumhuriyeti izledi. 2002 Prag NATO zirvesinde alınan NATO’nun genişlemesi kararının ardından, Bulgaristan, Estonya, Litvanya, Romanya, Slovakya, Slovenya da NATO’ya alındı. 1999-2009 aralığında 12 Doğu Avrupa ülkesi NATO üyesi olmuştu ve NATO üyelerinin %40’ını bu ülkeler oluşturuyordu. Bu genişlemeleri gerçekleştiren ABD, eski Sovyetler Birliği sınırları içinde herhangi bir askeri kuruluşu savaş nedeni sayacağını açıklamış olan Moskova’nın kırmızı çizgilerini de aşmış oluyordu. 

ABD’nin NATO yoluyla eski Sovyet Cumhuriyetlerine yayılması bununla kalmadı. Afganistan’da savaş bahanesiyle Özbekistan ve Kırgızistan’da üsler kuruldu, Kazakistan ve Tacikistan’da askeri kolaylıklar elde edildi ve NATO Gürcistan’a kadar uzandı. Hazar petrollerinin akışını garanti altına almak için Clinton döneminde Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’da askeri eğitim ve yardıma başlandı. 11 Eylülden itibaren bu çabalar yoğunlaştı ve Özbekistan ve Kırgızistan’daki geçici ABD üsleri yarı-kalıcı hale getirildiler. NATO’nun “Barış için Ortaklık” adlı yan kuruluşu ise Ukrayna, Gürcistan, Moldova, Kazakistan, Ermenistan ve Azerbaycan’a uzandı.

Clinton’dan sonra gelen ABD başkanı Bush, eski Sovyet cumhuriyetleri Litvanya, Letonya ve Estonya’nın NATO üyeliğine sponsorluk etmenin yanısıra Anti Balistik Füze Anlaşmasını iptal etti, Rusya’yı hedef alan ulusal balistik savunma sistemini Kanada ve Alaska’ya konuşlandırdı, NATO’nun Ukrayna ve Gürcistan’a yayılmasına onay verdi ve 2008’ de Gürcistan-Rusya arasındaki beş günlük savaşta Gürcistan’a askeri destek sağladı.

Bu bağlamda eski SSCB cumhuriyetlerinde renkli devrimleri de unutmamak gerek. Renkli devrimlerle ABD ya da emperyalizm yanlısı iktidarların kurulamadığı durumlarda – Ukrayna’da olduğu gibi- faşist çetelerden oluşan yapılar yönetime getirildi.  

Obama döneminde de yayılma devam etti. Polonya ve Çekoslovakya’ya gelişkin bir bölgesel füze savunma sistemi yerleştirildi. Kırım krizi Polonya’ya ek savaş jetleri yollama bahanesi olarak kullanıldı, savaş karakolları Baltık devletlerine yayılmaya başladı. NATO ile bir çok ortak askeri harekâta katılmakta tereddüt göstermeyen iki devletin, İsveç ve, Rusya ile 1300 km’lik bir sınıra sahip olan Finlandiya’nın gelecek yıllarda NATO üyeliklerinin gerçekleşmesi durumunda, Rusya, nükleer dahil olmak üzere her türlü silah ve mühimmatla tepelemesine dolu olan askeri üslerden oluşan bir çemberle kuşatılmış olacak.

Özetle, ABD- NATO, 1991’den bu yana, eski Sovyetler Birliği sınırlarını zorluyor, diğer bir deyişle o topraklardaki yeraltı ve yerüstü her türlü zenginliğe el koymak ve Rusya’yı da bir peyk olarak eski Doğu Avrupa ülkelerinin yanına yerleştirmek istiyor.

VARŞOVA ZİRVESİ - RUSYA'YA SAVAŞ İLÂNI MI?

“Rusya düşmanlığı seçmiştir ve ABD için, Avrupalı müttefiklerimiz ve ortaklarımız için uzun vadeli, varoluşsal bir tehdit oluşturmaktadır” (Haziran 2016, General Philippe Breedlove, en üst düzey NATO Komutanı)

8-9 Temmuz 2016’da Polonya’nın başkenti Varşova’da, Varşova Paktı’nın imzalandığı Başkanlık Sarayı’nın Yeşil Sütunlu Odası’nda yapılan zirveyi, ABD’nin Rusya’ya açık savaş ilânı, “Soğuk Savaş”ın yerini “Sıcak Savaş”ın alacağının göstergesi, yeni bir “Barbarossa Harekâtı” nın[2] başlangıcı olarak yorumlayan bir çok araştırmacı var.[3]

137 maddelik Varşova NATO Zirve Sonuç Bildirgesi okunduğunda, önemli noktalardan birisi, NATO – ABD’ nin Rusya’yı İŞİD’den daha öncelikli bir askeri hedef olarak tanımlaması. Aynen SSCB’nin varlığını sürdürdüğü dönemde olduğu gibi, rapor boyunca, Rusya’nın saldırgan tutumu, NATO üyelerini sürekli olarak kışkırtıcı askeri müdahalelerde bulunduğu, Kırım’ı ilhak ettiği ve özellikle de Ukrayna’daki “meşru” – bunu emperyalizmin iktidara getirdiği faşist çetelerden oluşan bir hükümet olarak okuyabilirsiniz - hükümete karşı ayaklanan Donetsk ve Luhansk gibi bölgelerdeki ayaklanma girişimlerine yardımcı olduğu yinelenip duruyor. NATO askeri komitesi üst görevlisi bir general’in bile Rusya’nın bir saldırısının gündemde olmadığını ve bu devletin “saldırgan”lığına dair hiç bir istihbarata sahip olmadıklarını açıklamasına rağmen... Bu durum, elbette, salt ABD-NATO’nun saldırganlığı ve savaş severliği ile açıklanamaz. Olayın görünmez yüzünde, ABD savaş ve enerji tekellerinin doymak bilmez iştahları yatmaktadır. NATO-ABD zirve boyunca, diğer üye devletleri, başta silah alımları olmak üzere tüm dışalımlarında ABD tekellerine bağımlı olmaya davet etmiştir. NATO ülkelerinin Milli Gelirlerinin yaklaşık olarak %2'sini askeri harcamalara ayırmaları yetmemektedir ABD’ye. Bir ABD’li araştırmacının haklı olarak ifade ettiği gibi, NATO’nun tetiklemeye çalıştığı savaş aslında bir “finansal” savaştır.

Yine bu bağlamda, Estonya, Letonya, Litvanya ve Polonya’nın askeri anlamda güçlendirilmesi için, bu ülkelerin ulusal güçleriyle birlikte çalışacak olan, dört adet tabur seviyesinde savaş ekiplerinin kurulmasına karar verilmiş. İngiltere, Kanada, Almanya ve ABD, bu savaş birliklerine dönemsel olarak katkı koyacağı, Polonya’nın da böyle bir kuruluş için bir karargah sağlayacağı da alınan kararlar arasında. ABD, bu çerçevede Polonya’ya 1000 tabur yollayacak. Özetle, Rusya’yı çevreleyen ülkelere – Karadeniz’de kıyısı olanlar da dahil olmak üzere- uzun bir süredir yapılan askeri tahkimatın büyük ölçüde arttırılacağı görülmekte. Bu tahkimatın merkezi’nin Polonya olması, araştırmacıları “Barbarossa” benzetmesine itiyor.   

Dikkat çeken bir başka nokta, ABD- NATO’nun Suriye’deki rejim ve başkan değişimi konusundaki tavrı. Rusya’nın Esad ve Suriye rejimine ilişkin politikası eleştiriliyor, “yeni, [halkı] temsil eden bir liderin seçilmesi için” bir siyasal geçişe gereksinim olduğu, bu yapılmadığı takdirde Suriye’de istikrar ve güvenliğin sağlanmayacağı tehdidi de savruluyor. Bunun yanı sıra, Suriye’nin NATO’nun Güney Doğu sınırını oluşturduğu ve NATO’nun bu sınırı her türlü tehdide karşı koruyacağı da vurgulanıyor. Bize bu bağlamda ne gibi “ödevler” düşeceğini de zaman gösterecek.

İttifak’ın Güney Doğu kanadının güçlendirilmesi çerçevesinde, Karadeniz’deki NATO varlığı da güçlendiriliyor. Bu bağlamda, savaş örgütünün Çokuluslu Bölüm Güney Doğu Karargahı altında toplanan müttefik kuvvetlerin eğitilmesi adı altında Romanya’ya bir uluslararası tugay kurma inisyatifi tanındığı belirtiliyor. Karadeniz’de de bir süredir devam eden askeri anlamdaki NATO saldırganlığının hem bölgeyi hem de Türkiye’yi olası bir çatışmanın alanı haline getireceğini sezmek zor değil.  

“Nükleer silahlar varoldukça NATO bir nükleer ittifak olmayı sürdürecektir” deniliyor Bildirgede. Dahası, Balistik Füze savunma sistemlerinin hiç bir şekilde nükleer silahların yerine geçemeyeceği çünkü bunların “tamamen savunmaya dayalı” oldukları belirtiliyor. NATO’nun nükleer silah kullanım koşullarının “çok uzak” [bir olasılık] olmasına karşın, üyelerinden birisinin tehdid edilmesi durumunda herşeyin değişebileceği de vurgulanıyor. Bu satırları okurken insanın aklına ister istemez Hiroşima ve Nagazaki katliamları geliyor ve Albert Einstein’in 3. Dünya Savaşı hakkındaki sözleri... Ve İncirlik Üssü’nde halen varlığını sürdüren yüze yakın nükleer bomba...

Sonuç Bildirgesi’nde, NATO- ABD neredeyse tüm dünya ülkelerine onları her türlü saldırıdan ve saldırganlardan koruma ve demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, uluslararası hukuku savunma sözü veriyor. Sanki on yıllardan beri  yeryüzünün her bir noktasında savaş, katliam, işgal, soykırım siyasetinin başmimarı olan emperyalist devlet ABD- ve onun işbirlikçileri - değilmiş gibi... Bu sözler, emperyalizmin gündeminin değişmediğini, yeryüzünün her bölgesinde NATO- ABD müdahalesinin günümüzde olduğu gibi gelecek yıllarda da gündemde kalacağını kanıtlıyor. [4]

Bildirge’de tartışılmasında fayda bulunan daha bir çok konu olmakla birlikte, temelde,  NATO’nun, dünya kapitalizminin egemen sınıflarının öncülüğünde kurulan, onların yönettiği ve onların görüş ve tercihlerini yansıtan bir askeri ve politik ittifak olduğu gerçeği doğrulanıyor. Savaş örgütünün temel görevinin ise kapitalist düzenin uluslararası plânda korunması ve genişletilmesi olduğu bir kez daha açığa çıkıyor.

VE TÜRKİYE...

NATO-ABD’nin, Karadeniz’de Rusya’yı hedefleyen tatbikatlarını – belki de müdahalelerini - bölgedeki yeni NATO müttefiklerinin de katkısıyla hızlandıracağı, bu arada da Türkiye’nin Montrö anlaşması’nın esnetilmesi ve bazı imtiyazlı konum talepleriyle sık sık karşılaşması beklenebilir. Ayrıca, günümüzde ve gelecekte bölgeye dönük müdahale plânlarında İncirlik Üssü’nün önemini koruduğu anlaşılıyor. “Darbe” nin getirisiyle tüm muhalefeti susturarak kendini uzun vadede sağlama almaya çalışacak olan AKP’nin, NATO- ABD’nin talepleriyle Rusya ile olan yakınlaşma çabalarını nasıl örtüştürüleceğini gelecek günlerde göreceğiz.

Topraklarındaki askeri üslerde sadece ABD’li ve Avrupalı değil, İslamcı totaliter Arap ülkelerinin askerlerinin de konuşlandığı, nükleer bombalarla dolu bir NATO ülkesi olan ve İslamcı-faşist bir sermaye iktidarınca yönetilen ülkenin yakın gelecekte güzel günler görmesi olasılığı zayıf görünüyor.

Bu bağlamda, Türkiye’nin sosyalistlerinin, komünistlerinin, ilerici ve demokratlarının bir zamanlar sıklıkla dillendirdikleri “NATO’ya hayır!”, “Kahrolsun ABD, kahrolsun emperyalizm”, “İncirlik üssü kapatılsın”, “tüm ikili anlaşmalar iptal edilsin”, “Yaşasın tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye”, “Yaşasın bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm” sloganlarıyla ifade edilen siyasal taleplerinin geçerliliklerinden bir şey kaybetmedikleri bir kez daha vurgulanmalı.

Ne yapmalı sorusunun yanıtı ise dünden bugüne büyük bir farklılık içermiyor.

Güzel günler için, emperyalizmin insanlığa sunduğu bu kan ve ateş sarmalından çıkabilmek için taleplerimizi yükselterek birleşik, örgütlü mücadeleye hız vermek.


[1] Başarısız bir darbe girişiminin tartışıldığı bugünlerde bir “NATO-ABD’ yazısı yadırganabilir. Ne var ki, ülkedeki darbeli-darbesiz tüm sermaye iktidarlarının emperyalist kapitalizm ile ittifakı düşünüldüğünde, NATO Varşova Zirvesi’ndeki son gelişmelerle ilgili gelişmelerin gündem “içi” olduğu kuşku götürmez.

[2] Hitler, 22 Haziran 1941’de Rusya’ya saldırdı. Saldırı, 2. Dünya Savaşının en büyük saldırısıydı. Hitler’in, “Rusya’ya saldırı başladığında dünya nefesini tutacak” diye nitelediği “Barbarossa Harekatı” Polonya’dan başladı. Varşova Zirvesi’nin hedefinin de Barbarossa ile aynı alan üzerinden Rusya’ya saldırı olduğu iddia edilmekte.

[3] Bunlar arasında “The ‘New Cold War’ is no longer Cold War” adlı makalesiyle Tony Cartalucci’yi, “The Warsaw Summit: What to do to Russia?..” adlı makalesiyle Eric Zuesse’i ve “NATO prepares for war: confrontation and Insanity” başlıklı makalesiyle Brian Cloughley’ yi sayabiliriz.

[4] Varşova NATO Bildirgesi’nin 103-104 ve özellikle 78. Maddeleri bunu çok açık bir biçimde göstermekte.