Sanat(çıy)a cadı avı

AKP iktidarı, Emek Sineması eylemi de dahil olmak üzere sanat düşmanı uygulamalarını sanatçıların protesto etmelerini hiç hazmedemedi, hazmedemeyecek de.

Başbakan’dan sanat anlayışı tükürmekle sınırlı belediye başkanına kadar tüm AKP’liler kin kusuyorlar. Konuşurken gözlerinden nefret fışkırıyor. “Baltalar elimizde/Uzun ip belimizde” diye haykırarak sanatçıları biçmeye geliyorlar. Yeni Akit gazetesi başta olmak üzere yandaş gazetelerin yazarları ve AKP’li belediye başkanı Melih Gökçek, gerçek dışı haberlerle Başbakan’ın zor tuttuğunu söylediği o yüzde 50’yi kışkırtıyor, cinayete azmettiriyor ve halka yalan söylüyorlar. Aydınlığa karşı yüzyıllık öfkesini saklamaya gerek duymayan siyasal iktidar, Gezi destekçisi sanatçıların programlarını yayından kaldırıyor, konserlerini iptal ettiriyor, onları işsiz bırakıyor.

Çıktığı İş Bankası reklamından dolayı Başbakan’ın sınıfsal reflekslerini rahatsız ettiği için mi yoksa babası Mustafa Alabora’nın devrimci geçmişi nedeniyle mi bilinmez ama Mehmet Ali Alabora sanatçı kıyımının hedefindeki günah keçisi ve kurban seçilmiş görünüyor.

Onu ilk kez Irak Savaşı karşıtı eylemler döneminde tanıdım. Yakışıklı, heyecanlı, duygularını açığa vurmaktan çekinmeyen, kıpır kıpır bir genç. Mülkiyeliler Birliği’nde yemek yediğimiz sırada dışarıdaki kutlamayı duyar duymaz fırlayıp aşağıya indiğini ve eylemcilere katıldığını anımsıyorum. Kendi ifadesiyle savaş ve darbe karşıtı, doğa savunucusu, ifade özgürlüğünü ve demokrasiyi savunan bir sanatçı.

Alabora’nın şahsında muhalif sanat ve sanatçının toplumdaki etkinliğini sona erdirmek için 1950’ler ABD’sinin yüz karası olan McCarthy deneyini yinelemeye çalışıyor AKP. NATO’yu kurarak anti-komünizm ve Soğuk Savaşı Avrupa’da başlatan ABD, Amerikan Karşıtı Çalışmalar Komitesi yoluyla komünizm karşıtlığı ya da Sovyet düşmanlığını kendi ülkesine de taşıdı. Hedef işçi sendikaları, yazarlar, akademisyenler, öğretmenler, aydınlar, hükümet görevlileri ve özellikle de Hollywood’un ünlü sanatçılarıydı. Aralarında Sovyetler Birliği’nin dostu, Nazım’ın Dünya Barış Konseyi ödülünü paylaştığı “inci dişli” zenci kardeşi, oyuncu ve şarkıcı Paul Robeson’un ve Bertolt Brecht’in de bulunduğu birçok sanatçı, komisyonlarda sorguya çekildiler ve muhbirlik yapmaya zorlandılar. Amerikan Komünist Partisi ve sempatizanlarına yönelik bu cadı avı yıllarca sürdürüldü. Robeson gibi Komünist Parti’nin hayranlık verici bir mücadele yürüten yasal bir parti olduğunu savunarak direnenler de vardı aralarında, boyun eğenler de. Hapse girmeyenlerin çoğu, Brecht’in ifadesiyle “Soğuk Ceza” aldılar yani işsiz bırakıldılar. Kara listeye alınan 400’den fazla sanatçı, yaşayabilmek için takma adlarla garsonluk, barmenlik, marangozluk, satıcılık ve şöförlük yaptı. Bu insanlık dışı baskı karşısında Philip Loeb gibi yaşamına son verenler oldu.

1951 TKP tutuklamasında, 1970’li yıllardan 2000’li yıllara değin ülkemizde de birçok devrimci sanatçının benzer şeyler yaşadığını biliyoruz.

Ne var ki, ne dünya 1950’lerin dünyası ne de Türkiye o yılların Türkiye’si. Ne de sokaklarda şeriat düzeninin kurallarıyla terbiye edilecek “azgınlar” var. Özgür ve eşit bir dünyada onurlarıyla yaşamak için bedel ödemeye hazır her yaştan milyonlarca “Gezi”ci dolaşıyor ülkemizin kentlerinde, mahallelerinde.

Baş olmaya aday bu insanlar sanatçılarını öyle kolay kolay yedireceğe benzemiyorlar.

İktidar korkuyor. Haklı da. Ama korkunun ecele faydası yok.