Polis destan yazmaya devam ediyor

“O geldi

Kara bir karanlıktan geldi

Çevirdi alanı.

Kuşattı sesi, sözü, ezgiyi.

Çarpan yüreği.

Doğrulttu namluyu,

Vuruldun.

Alanda, yürüyüşte, işkencede, ip altında.”

M. İlhan Erdost, “Geri istiyoruz onları”

30 Temmuz 1968 tarihli Ant dergisinin kapağında esmer, gencecik bir çocuğun resmi var. Adı Vedat Demircioğlu. 6. Filo’nun İstanbul’a gelişiyle patlak veren olaylar sırasında 17 Temmuz günü Gümüşsuyu’nda İTÜ yurdunu basan polisin dövüp ikinci kattan aşağı attığı hukuk fakültesi öğrencisi. Ağır yaralı olarak yere düşen ve üzerine çullanan dört polis tarafından 500 metre sürüklenerek İTÜ’nün önüne bırakılan TİP Eminönü İlçe Gençlik Kolu Başkanı. Götürüldüğü hastanede 24 Temmuz 1968 günü hayatını kaybeden Vedat Demircioğlu. Ruhi Su’nun adına destan yazıp söylediği Vedat Demircioğlu.

Vedat’ın ölümü üzerine yapılan tüm protesto eylemlerinde polis öğrencilere acımasızca saldırdı ve çoğunu gözaltına aldı. Ankara’daki protestolarda polisten kaçmaya çalışan Atalay Savaş, minibüs altında kalarak öldü. Olaylara karışan polislerin hiçbirinin yaka numarası yoktu.

“Demokrasiyi sokağa boğdurmayacağız” diye höyküren devrin başbakanı Demirel, “Polis taşlanıyor, dövülüyor, taşlanan ve dövülen polis, cumhuriyetin polisidir… Polis durduk yerde kimseyle çatışmıyor… Umumi nizamı, can ve mal emniyetini ihlal edenlere karşı (…) polisin vazifesini yapması ancak takdir edilmelidir” diye konuştu.

Doğan Özgüden, iktidarın gerçek çehresinin bütün iğrençliğiyle ortaya çıktığını belirttiği “Faşizmin Ayak Sesleri” başlıklı yazısında, AP’nin Türkiye’nin bağımsızlığı ve vatandaşlarının insanca yaşaması için savaşan gençleri öldürtecek kadar gözü dönmüş, kanunsuz ve zorba bir iktidar olduğunu söylüyordu. Ayrıca bin bir tahrike başvurarak kitleleri sokağa dökmek, birbirlerine kırdırmak, ondan sonra da memlekette huzuru sağlamak gerekçesi altında kanlı bir teröre gitme hesabı içinde olduğunu da vurguluyordu.

AP’yi AKP olarak okuduğumuzda, olaylar ve söylenenler arasındaki benzerlik şaşırtıcı gelmiyor mu size de?

Bunların 1968’lerde, neredeyse yarım yüzyıl önce yaşandığını, artık 21. yüzyılda olduğumuzu söyleyebilirsiniz. Dünya ve ülke koşullarının çok değiştiğini de… Ama değişmeyen şeyler var.

12 Mart ve 12 Eylül’lü yıllarda, AP ve Milliyetçi Cephe iktidarları, Özgüden’in deyişiyle “bir SS kıtası gibi” yetiştirdikleri ve devrimci güçleri sindirmek için kullandıkları -bizim fruko olarak adlandırdığımız- toplum polisi, “irtica ordusu” ve komandolarla saldırmaktaydılar bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizmi savunanlarının üzerine. Günümüzde ise Müslüman Kardeşler projesinin Türkiye versiyonu olan AKP ve Cemaat, güvenlik güçleri ve palalılarıyla, gençlere, aydınlanma yanlılarına, emekçilere, sosyalistlere, demokrasi ve özgürlük isteyenlere saldırıyor.

Solun göreli de olsa güçlü olduğu kısa dönemler dışında, koşullar değişse de benzer olayları ve trajedileri yaşıyoruz. Nedeni ülkemizin ve dünyanın hâlâ emperyalist kapitalist sistemle yönetiliyor olması. Marx’ın ifadesiyle “çocukların sermayeleşmiş kanları” ile yoğrulmuş bir sistemden iyi ve güzel bir şey çıkması mümkün değil.

Vedatların, Taylan’ların, Atalay’ların isimleri değişiyor Ali İsmail, Ahmet, Ethem, Mehmet, Abdullah oluyor.

Egemenlerin de isimleri değişiyor: Demirel, Erdoğan oluyor, söylem ve eylem olarak birbirinden kopya çekmiş öğrencilere benziyorlar.

Türkiye halklarının “makus” kaderini değiştirmek, bölgedeki emperyalist planları reddeden, din, dil, ırk, mezhep bölünmelerine karşı insanı ve emeğin kardeşliğini merkeze koyan, dinci gericiliğe karşı aydınlanmanın değerlerini benimseyen bir birlikten geçiyor.

Faşizmi silkeleyen bir halk iktidarının tüm sorunlara kalıcı “çözüm” getirmesi ise sömürünün olmadığı bir düzenin gerçekleştirilmesiyle mümkün.

O zaman emekçi halk, kendi destanını yazmaya başlayacak.