‘Kazikiçi bostanları’nda bir öğle vakti

Sevgi’yle ilk kez Bahri Savcı hocamızın evinde tanıştım. Sudiş, (Sudiye Savcı) Rus salatası yapmaya çalışıyor, Sevgi de kabın kenarına yapışmış mayonezleri ufaktan ufaktan götürüyordu. O beraberlikten aklımda kalan sıcacık, pırıl pırıl bir yüz ve gülümseyen gözler…

İkinci buluşma 12 Mart cuntasının tutukevlerinden Yıldırım Bölge’de yaşandı. 1971’ in 17 Mayısında, İsrail İstanbul başkonsolosu Efraim Elrom’un Türkiye Halk Kurtuluş Parti- Cephesi (THKP-C) tarafından kaçırılması sonrasında cunta hükümetinin “Balyoz” operasyonuyla bir gece yarısı evlerinden toplanan 2500 üniversite hocası, avukat, demokratik kitle örgütü yöneticisi, yazar, sanatçı, doktor, gazeteci, öğrenci ve sendikacıdan tutun da 12 Mart döneminde açılan birçok davanın sanıklarını konuk etmiş, ahırdan bozma, toprak tabanlı bir tutukeviydi Yıldırım Bölge. Ankara’nın Kazıkiçi bostanlarına bakan bir askeri garnizonun her biri yaklaşık otuz kişi alacak şekilde düzenlenmiş iki ahırına, renkleri azmış beyaz çarşaflar ve kahverengi asker battaniyeleri bulunan ranzaların doldurulduğu bir tutukevi. Her ahır-koğuşta iki tuvalet ve ortada kocaman bir tahta masa. Dört duvarın sadece ikisinde, neredeyse tavana değen iki küçücük parmaklıklı pencere ya da delik…

1972’den itibaren, özellikle de “er-tutukluluk” yasasından sonra gerçek bir zindana dönüştü Yıldırım Bölge. Savcıya götürülme bahanesiyle koğuştan alınıp işkenceye götürülmek istenen arkadaşlarını teslim etmek istemedikleri için dayak yiyen kadınlar… Ardından bağıra bağıra söylenen türkü ve marşlar… Necla abla, Türkân, Mehtap, Gülay, Nur, Olca, Asuman, Huriye abla… Fevziye’nin aylar sonra engelli evlâdının resmini eline aldığında avaz avaz haykırışı, küçük oğlunun yastığıyla uyuyan Serpil, İstanbul ve Ankara’da gördüğü işkencelerden tanınmaz hale gelmiş olan Siper, kanayan midesinin ağrısıyla yerde kıvranan Feyza ve açılmayan koğuş kapısı… “Kadınlar Koğuşu” nda yaşananlardan sadece birkaçı…

Sevgi benden önce gelmişti tutukevine. Denizlere yataklıktan tutuklu Olca (Altınay), Sevgi ve ben sabahları erkenden kalkar, herkes uyurken yere serdiğimiz battaniyelerin üstünde spor yapar, bir helâ musluğuna takılan lastik boruyla duş almaya çalışırdık. Bizlerle konuşur, sıkıntılarımızı ve başımızdan geçenleri dinlerdi. Yatağında sürekli yazıp çizerdi… Bir bayram günü. Cezaevi müdürü Saldıraner hepimizi masanın etrafına toplamış, yemekten önce Kore’deki kahramanlık öyküsünü anlatıyor. Gazi olduğunu söylediğinde Sevgi “Komutanım nerenizden yaralandınız?” diye soruyor: “Saldıraner arkasını gösterince ikinci soru geliyor: “Yoksa kaçıyor muydunuz?”. Büyük bir sessizliğin ardından hışımla koğuşu terkediyor “Komutan”. Yemekten olmuştuk ama keyfimize diyecek yoktu! Cesur kadındı Sevgi.

Yaklaşık bir yıl sonra bizim evde buluştuk. İçerdeyken annemin kağıtta hamsisini özlediğini söylemişti. Hem atıştırdık hem de yaşamım boyunca akılımdan çıkmayan ama bir türlü uygulamayı beceremediğim hayat dersleri aldım. Son kez nikâhta karşılaştığımızda siyah elbisesinin içinde zayıf ve yorgun görünüyordu.

Yaşamak ve yazmak… 12 Mart’ı yaşadık ama yazmadık. 12 Eylül’de Mamak askeri tutukevinde kalan yoldaşlarımız bu yanlış geleneği kırıyorlar. Bir grup arkadaşımızın yazdıkları “Kaktüsler Susuz da Yaşar” isimli cezaevi anılarından oluşan kitap ve Dr. Özen Aşut’un Yazılama’dan çıkan “Boyun Eğmeyenler” isimli belgesel romanı bu anlamda çok değerli… Yıldırım Bölge’nin devrimci kadınlarının öyküsünü ise kendi algısı ve yorumuyla sadece Sevgi yazdı. Yaptığı iş önemliydi çünkü kırk yılı aşkın zaman geçti o günlerin üstünden ve çok şey unutuldu gitti.

12 Mart ve 12 Eylül’den sonra “sivil” AKP iktidarının “ileri” demokrasi döneminde de kadınlar tutukevlerinde ve emniyet binalarında çıplak arama, taciz ve benzeri aşağılayıcı muamelelerle karşılaşıyorlar. Bir egemen sınıf temsilcisi olmanın yanı sıra dinci gericiliğin en iyi temsilcilerinden olan AKP, kendi dini akidesine uygun “kadın” anlayışının dışına taşan kadınlara karşı büyük bir kin duyuyor ve bir anlamda onlardan intikam alıyor.

Baskı ve zulüm elbet uzak olmayan bir gün emekçi halkın mücadelesiyle son bulacak. Ve yaşananlardan yeni “…. Kadınlar Koğuşu” öyküleri yeşerecek. Bir farkla. Öykülerin yazarları bu kez o zulmü yaşayanlar olacak.

Sevgi’yi ve o güzel gülümsemesini anarak oluşturacaklar yapıtlarını.