Denizlerin davası

Denizler yurtseverdiler, anti emperyalisttiler, tam bağımsız ve demokratik bir Türkiye istiyorlardı. Nihai amaçları ise, büyük ozan’ın deyişiyle, tüm insanlığın ve Türkiye insanının “Yârin yanağından gayrı her şeyde/ her yerde/ hep beraber” olabileceği, sömürüsüz, eşit ve özgür bir toplumun kurulmasıydı. Dünya görüşleri, sorgularında ve Deniz’in idam sehpasında haykırdığı “Marksizm- Leninizmin yüce ideolojisi” idi. Bir başka deyişle, sosyalist oldukları için yurtseverdiler ve anti emperyalisttiler.

İnsanın bilincini toplumsal gerçeklik belirlediğine göre, Denizleri anlayabilmek için o günlerin iç ve dış koşullarına bakmak gerekir.

1960-70li yıllarda, yeryüzünün yaklaşık üçte birinde sosyalist düzen egemenliğini sürdürmekte; Asya ve Afrika ve Latin Amerika kıtalarında  1950lerden sonra verilen ulusal kurtuluş savaşları, onlarca ulus devletin kuruluşuyla sonuçlanmış bulunmaktadır. Vietnam savaşında ABD yenilmiş, Küba’da halk, Fidel öncülüğünde, ABD işbirlikçisi diktatör Batista’yı devirerek iktidarı ele geçirmiştir. Üçüncü Dünya denilen ulus devletler BM’de emperyalizm ve sömürgecilik karşıtı, tarafsız bir blok oluşturmaktadırlar.

Türkiye’de ise, 1961 Anayasası ile gelen göreli demokratik ortam sonucu kurulan Türkiye İşçi Partisi 1965 genel seçimlerinde parlamentoda 15 milletvekiliyle temsil edilmektedir. Yine Anayasa’yla gelen insan haklarının açtığı yolda hızla örgütlenen işçiler ve köylüler ve kamu emekçileri, grev, boykot ve toprak işgali eylemleriyle hak savaşımı vermektedirler.

Aynı yıllarda, TİP, YÖN, Milli Demokratik Devrim hareketi gibi oluşumlar, Türkiye işbirlikçi egemen sınıflarının, 1945lerden itibaren, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerle askeri ve ekonomik 90’a yakın ikili anlaşma imzaladıklarını ve bunların çoğunun TBMM’nin bilgisi dışında olduğunu kamuoyuna açıklarlar. Ve toplum, ilk kez, ABD ile yapılan ikili anlaşmalar sonucunda “35 milyon metrekare vatan toprağının”  101 Amerikan üssüyle işgal edildiği, bu üslerde nükleer bombaların ve 40 binden fazla Amerikalı personelin bulunduğu, ülkenin egemenlik haklarının bütünüyle ihlâl edildiği gerçeğiyle yüzleşir. Bu girişimler, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin yükselmesine yol açar.

Üniversite sorunlarından bağımsızlık ve düzen sorunlarına 

Üniversite gençliği yurt, ders kitapları, harç ve benzeri sorunlarla karşı karşıyadır. Ne var ki, kısa bir süre sonra,  kendi sorunlarının ülke sorunlarından ayrı düşünülemeyeceğini çünkü her ikisinin de sermaye düzeninden kaynaklandığını kavrar. “Dava yalnız bir üniversite sorunu değil, bağımsızlık ve düzen sorunudur”. Çözüm, “ikinci” kurtuluş savaşını vererek eşit ve özgür bir toplumun ön adımı olan, halktan yana ‘tam bağımsız ve demokratik'  bir hukuk devleti kurmaktır.  Denizlerin savunmalarında,                   

“Türkiye halkı, Kurtuluş Savaşı’mızda emperyalizme ve uşaklarına gerekli dersi nasıl verdiyse, bu defa da onurunu çiğnetmeyecek ve bağımsızlığını elde edecek… ve dünya ulusları arasındaki onurlu yerini alacaktır[1].… Toplumların tarihi, ezenler ve ezilenlerin tarihidir… 20. Yüzyıl tarihimiz, ezenlerin barbarlığına ve bütün baskılarına rağmen, ezilenlerin kurtuluşuna sahne olmaktadır. Günümüzde ezenleri temsil eden ve çıkar uğruna yoksul ulusları boyunduruğu altında tutan EMPERYALİZM’dir. İnsanlığın tarihi, gericiliğin, barbarlığın ve vahşetin son kalesi olan emperyalizmin sonunu da müjdeliyor” tümcelerini okuruz.[2]

Dönemin tüm devrimci, ilerici, sosyalist kişi ve örgütler gibi, sosyalizme kapıyı aralayan ve Bülent Tanör’ün ifadesiyle “kuvvetli bir ‘temel hak ve özgürlükler” rejimi getiren, devlet/toplum ve birey ilişkisinde bireyi koruyan 61 Anayasası’nı sonuna dek savunurlar. Deniz, 18 THKO’ lu genci TCK’nun 146. Maddesine dayanarak idama mahkûm eden Ankara 1.nolu Sıkıyönetim mahkemesindeki ifadesinde şunları söyler;

İddianamede bizim Anayasa’yı cebren ilgaya[1] teşebbüs ettiğimiz söyleniyor… bu ülkede Anayasa’yı en fazla savunanlar bizleriz … uygulamayan yavuz kimselerse hâlâ ortadadır…o kişiler bizim kellemizi istemektedirler… İddia makamı bizim vermekte olduğumuz bağımsızlık savaşına karşıdır. TC Anayasası’na karşı, reformlara karşıdır ve bu nedenle, bizim Anayasa’yı ilgaya teşebbüs ettiğimizi ileri sürmektedir… Süleyman Demirel’in Anayasa’yı ihlâline[2] ve Despotizmine ve ülkeyi Amerika’ya satmasına ses çıkarılmadı. Ve meydanlarda bunlara karşı döğüşmek zorunda kaldık… kurşunlandık… ve idam isteği ile buraya getirildik. [3]   

 “Deniz mahkemeye düşmüş … Avukatı ben olaydım”

1971-72lerin darbeli günlerinde, onbinlerce avukatın bulunduğu ülkede, Halit Çelenk ve Niyazi Ağırnaslı’ nın yanı sıra dokuz yürekli savunman Denizlerin davasını üstlenir[6].

Sanıklar kadar savunmanın da işi zordur. Deniz Gezmiş ve arkadaşları mahkemeye getirilirken sık sık ağır şekilde darbedilmekte ama mahkeme kanlar içinde yerlerine oturan gençlerin durumunu görmezlikten gelmektedir. Avukatlar savcıya atıfla “önyargı” sözcüğünü kullandıkları için yargılanmaktadırlar. Savunmanın yükünü taşıyan Halit Çelenk’in evi sık sık görevli sıkıyönetim subaylarınca basılmakta, cezaevinde Denizlerle yaptığı görüşmelerle ilgili sahte tutanaklar düzenlenmek suretiyle hakkında davalar açılmaktadır. Davada savunmanların ve gençlerin verdikleri tüm dilekçeler reddedilmektedir. Koşullar öylesine ağırdır ki, avukatların hazırladıkları savunma,  Çelenk’in evinin basılma olasılığı gözönüne alınarak, bir gece vakti TMMOB’ a bağlı bir meslek odasına götürülür ve teksir makinesinde basıldıktan sonra eve taşınır.

Yargıya sürekli olarak müdahale edilmekte, Anayasa çiğnenmekte, örneğin henüz karar verilmemişken sıkıyönetim bildirilerinde ‘infazların yaklaştığı’ söylenmektedir.  Solcu gençler için idam kararı vermeyen mahkemeler lağvedilmekte, yargıçlar görevden alınarak sürülmektedirler.

Tüm zorluklara ve engellemelere karşın, avukatlar ve Denizler iki ayrı savunma hazırlarlar. Her iki savunma da, dönemin siyasal, kültürel, sosyo ekonomik koşullarının ayrıntılarıyla ele alındığı birer inceleme niteliğini taşır.

Hukuki açıdan da olayların derinlemesine irdelendiği avukat savunması bir kaç noktada yoğunlaşır.

Denizler suç işledikleri tarihte var olan mahkemeler yerine, cuntanın emriyle kurulmuş, olağanüstü bir mahkeme önüne çıkarılmışlardır. Bu, onların anayasal bir hak olan “doğal” hakimleri önünde yargılanmak haklarının ellerinden alındığını gösterir. Siyasal iktidarlara bağımlı, emir komuta zinciri içinde hareket eden rütbeli askerlerden oluşan, mahkeme başkanının hukukçu bile olmadığı bir oluşum, mahkeme olamaz, ancak bir kurul olabilir.

Denizler, kendilerine atfedilen Anayasa’yı tebdil, tağyir ve ilga[7] suçunu işlemek bir yana, bu isteği savunan AP iktidarı ve onun başı Süleyman Demirel’e karşı Anayasayı savunmuşlardır. Anayasayı yok sayan bir siyasal iktidara karşı muhtıra veren ordu, Anayasayı savunan gençleri idam isteğiyle mahkeme önüne çıkarmaktadır. Oysa, suçun “kast” unsuru yoktur.

Denizlerin iddia edilen suçu işleyebilmek için “elverişli vasıtalar”ı yani gerekli silah ve insan donanımları da yoktur. Bu durumda, işlendiği iddia edilen suç, ‘işlenmez suç’ niteliği taşımaktadır. Bu nokta, Askeri Yargıtay Daireler Kurulu’nda idam karşıtı oy kullanan iki dürüst yargıtay hakimi tarafından da vurgulanmıştır. Sayın K. Gökçen ve sayın N. Saçlıoğlu, kır gerillasına katılanların sayısının sadece 22 olduğunu, ele geçen silah, cephane ve benzerlerinin bir komando taburununkine bile tekabül etmediğini vurgulamaktadırlar.

Bunların da ötesinde, Denizler ve sol görüşe sahip gençler, banka soyma, yaralama gibi suç işlediklerinde idamı içeren  TCK’nun 146. Maddesi ile yargılanmakta,  olağanüstü mahkemeler önüne çıkarılmaktadırlar. Aynı suçlar sağ görüşlü kişilerce işlendiğinde ise, yargılama normal mahkemelerde ve “doğal” hâkimler önünde yapılmakta, TCK’nun ilgili maddeleri uyarınca aldıkları ceza ise birkaç yılı aşmamaktadır ! Bir başka ifadeyle, suçun cezası ve yargılanılacak mahkeme, yasaya göre değil ama sanıkların siyasal görüşlerine göre saptanmaktadır ki bu tutum, Anayasal bir suçtur[8].  Denizlerin – banka soyma, dört Amerikalı çavuşu kaçırıp sonra serbest bırakma, yaralama – eylemleri için, yasada bunlara karşılık gelen cezaların uygulanması halinde, onlar da birkaç yılla kurtulabileceklerdir.

Görüldüğü üzere, Denizler, iddia edilen suçu işlediklerinden dolayı değil, inanç ve siyasal görüşlerinden yani Marksizm- Leninizme olan inançlarından dolayı idam cezasıyla karşı karşıyadırlar. Gelecekte bir sosyalist düzen kurulmasını amaçlamış olabilirler ama eylemlerinde bu kast yoktur. Yasalar niyetlerden değil, günlük somut uygulamalardan yola çıkarlar. Başka bir ifadeyle, ceza yasasında geleceğe dönük bir suç yoktur! Kişi, işlemediği suçtan yargılanamaz.

Savunma sonuna dek haklıdır ama emir demiri kesmekte, yargı kalem kırmak için sabırsızlanmaktadır !

Darağacında üç fidan mı? Yoksa ülkenin geleceği mi?

                  “Karşıyakanın üç gülü
                       Yürek dalıma gömülü”

18 gencin idamla yargılandıkları dava, Askeri Yargıtay ve Daireler kurulu aşamaları da dahil olmak üzere, iki ay 23 gün içinde bitirilir. Sıkıyönetim mahkemesi ve Askeri Yargıtay savcı ve yargıçlarının vicdanları verilen emre kilitlenmiş, hukuk askıya alınmıştır. Sonuçta, tüm çabalara karşın, üç gencin, Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idam kararları TBMM’ye yollanır.

TBMM’de ivedilikle genel kurula getirilen idam kararı,  “muhtıra suçluları” nın yani Anayasayı uygulamayan Demirel ve arkadaşlarının yanı sıra Turan Feyzioğlu’nun başkanlığındaki Güven Partili milletvekilleri ve bir kaç CHP’linin de oylarıyla “üçe üç”[1] nidaları arasında onaylanır. İdam cezasının müebbet hapse çevrilmemesini  ise, bir Demokratik Parti  milletvekilinin şu sözleri açıkça ortaya koyar: “ … üç kişi ve bunların arkadaşları açıkça kendilerinin komünist, Maoist , Leninist olduklarını hem de tefahürle (kıvançla) mahkemelerde ve her yerde ifade etmişlerdir… Sorarım sizlere, bunlara idam cezası vermeyeceksiniz de kime vereceksiniz?”[10]

CHP genel başkanı İsmet İnönü yasayı Anayasa Mahkemesi’ne taşır. AYM’nin usul yönünden bozduğu karar yeniden TBMM’ye gelir. Hızla “usul” hataları düzeltilir ve bir kez daha idam kararı alınır. Ama ne hikmetse, CHP, idam kararını esastan ele alarak  büyük olasılıkla idamı durduracak olan AYM’ye gitmekten kaçınır. Yüce mahkemeye başvuru için Senato’da toplanan imzalar ise yetersiz kalır.

44 yıl önce bir mayıs sabahı Ulucanlar’da, devrimin en güzel yüz metresini koşanlar,  davalarını sehpanın altında bile savunmaktan geri durmayarak,  Halit Çelenk ve Mükerrem Erdoğan’ın tanıklığında, yiğitçe giderler ölüme.

 Denizlerin idamı, sadece bir yargısız infaz değildir. Bağımsız ve demokrat bir Türkiye mücadelesinin, sömürünün olmadığı, onurlu ve insana yakışır bir toplum düşüncesinin de yok edilme çabasıdır. Onun da ötesinde, 12 Eylül askeri cuntasının ve bugünlerin habercisidir. Yurtseverlerin darağaçlarında, işkencede, polis kurşunlarıyla yok edilmesi sırasında toplumun o büyük sessizliğidir günümüzün gerici ve faşist siyasal iktidarına giden yolun taşlarını döşeyen.

 Ne var ki, hiçbir baskı ve zulüm uzun süreli karşılıksız kalmıyor.

Ülkenin her yanında sokaklara çıkarak faşizme kırmızı kart gösteren  milyonlarca insanın katıldığı 2013 Gezi ayaklanması, kıdem tazminatına, işine, aşına sahip çıkmak için, esnek çalışmanın, kölelik yasalarının kalkması için direnen işçi, “devlet benim!” diye değneğini yere vuran Karadenizli kadın, direnen avukat, direnen gazeteci, üniversitesini dinci gericiliğe, sermaye iktidarının saldırılarına karşı savunan öğrenci, 1 Mayıs’ta korku imparatorluğuna meydan okuyarak meydanları dolduran halk yani bağımsız, eşit, özgür, savaşsız, aydınlık ve lâik bir ülke isteyenler, Denizlerin faşizme direnişlerinin, bağımsız, demokratik, eşit ve özgür bir ülke ideallerinin hâlâ canlı olduğunu gösteriyor.

Zor günlerden geçtiğimiz bir gerçek ama boyun eğmeyenlerin taşıdıkları umut aydınlığı karanlıkları silip atacaktır.  Yeter ki tek yumruk olabilmeyi becerelim.

Geceler kıyamete kadar sürmez, sürmeyecektir de.

Selâm olsun her çağda ve her yerde karanlıkları parçalayanlara !

Selâm olsun Denizlere ve tüm bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm savaşçılarına !


[1] Halit Çelenk (2008), “THKO Davası”, s.191

[2] Halit Çelenk,  (Mayıs 2008),  T.H.K.O. Davası, s. 383-385, 68liler Birliği yayınları, İstanbul

[3] ilga : ortadan kaldırmak

[4] Süleyman Demirel, 1961 Anayasası’na karşı olduğunu 24 Mart 1980’de Milliyet gazetesine verdiği demeçte de şu sözlerle yineliyordu Bu Anayasayla Türkiye idare edilemez diyen benim. Ben bunu 1969’da söyledim…” Bülent Tanör (1986), “ İki Anayasa, 1961- 1982”, s. 63, Beta basım yayım dağıtım AŞ, İstanbul

[5] Halit Çelenk,  (Mayıs 2008),  T.H.K.O. Davası, s. 317-318, 68liler Birliği yayınları, İstanbul

[6] Denizlerin savunmanları: Halit Çelenk, Niyazi Ağırnaslı, Erşen Şansal, Orhan İzzet Kök, Sadık Akıncılar, Zeki Oruç Erel, Mükerrem Erdoğan, Kamil Savaş, Refik Ergün, Özden Timurkaynak ve Bozkurt Kemal Yücel’dir.

[7] Tebdil: bozmak, tağyir: aykırılaştırmak, ilga: ortadan kaldırmak

[8] Askeri Yargıtay Başsavcılığı, Genel Kurmay başkanlığına yolladığı 3.7.1971 gün ve 971/1285 nolu yazısında,  “Milli Demokratik Devrimi gerçekleştirmek üzere silahlı eyleme girişmek ve bu suretle Amerikan emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçilerini bertaraf ederek tam bağımsızlık ve gerçekten demokratik Türkiye’yi kurmak” amacına yönelik eylemlerde TCK’nun 146. Maddesinin (Denizlerin idamla yargılandıkları madde) uygulanmasını ve bu yazının tüm sıkıyönetim komutanlıklarına ve askeri savcılıklarına gönderilmesini talep eder. 

[9] AP’li milletvekilleri, 1960 ihtilâlinde idam edilen Menderes, Zorlu ve Polatkan’a gönderme yapmaktadırlar. 

[10] Deniz, Yusuf, Hüseyin, Meclis/Senato 1972 İdam Kararı Tutanakları, 68liler Birliği Yayınları, 1998, s.42