Bir Suriye öyküsü

Serpil Güvenç'in "Bir Suriye öyküsü” başlıklı yazısı 21 Şubat 2013 Cumartesi tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

“Bu olaydaki karakterlerin gerçek hayatla hiçbir ilgisi yoktur” notu düşülür bazı filmlerin girişine. Bizim anlatacağımız öyküde ise, hem karakterler hem de olaylar gerçek.

Güney komşumuz Suriye 1946’da bağımsızlığına kavuştu. Yönetime gelen BAAS (Sosyalist Yeniden Doğuş Partisi), özünde radikal küçük burjuva milliyetçiliğinin temsilcisiydi. Soğuk Savaş döneminde bir çok üçüncü dünya ülkesi gibi tarafsızlık politikası izliyor, SSCB ile iyi ilişkiler sürdürüyordu. Emperyalist devletlerin “ortak savunma” adı altında bölgeyi kendi güdümlerinde tutmak amacıyla kurdurdukları Bağdat Paktı’na girmeyi reddediyordu. Üstüne üstlük, Süveyş Kanalı’nı millileştirerek Arap dünyasında büyük saygı kazanan Mısır Devlet Başkanı Nasır’la yakın ilişki içindeydi. O dönemde ulusalcı hareketlerin tarafsızlığı benimsemeleri ve SSCB’ye yakınlıkları, emperyalist çıkarlarla ters düşmekteydi. Suriye hemen kara listeye alındı.

1956’da ABD ve İngiltere, Suriye’de rejim değişikliği için düğmeye bastı. Ülkedeki BAAS karşıtı işbirlikçilere büyük miktarda para ve silah dağıtımıyla başlatılan birkaç girişim, öngörülemeyen bazı olaylardan dolayı başarısızlıkla sonuçlandı. CIA yönetimindeki “Operation Struggle” adını taşıyan son devirme eylemini ise Suriye hükümeti bastırdı.

İlginç olan Türkiye’nin izlediği politikaydı. Demokrat Parti Hükümeti Suriye’yi düşman ilan ediverdi. Başbakan Menderes, bu ülkenin bir Sovyet uydusu haline geldiğini, ABD’nin destek vermesi ve mali külfeti yüklenmesi durumunda, Suriye’ye hemen saldırabileceğini söylüyordu.

ABD ve İngiltere’den tam destek değilse de yeşil ışık alan Türkiye, sınıra 50 bin asker yığdı. Sürekli manevra yapılıyor, Suriye hava sahası ihlal ediliyordu. Yetmezmiş gibi bombalar “yanlışlıkla” yakın komşu köylerine düşüyor, siviller hayatlarını kaybediyor, sınır bölgesinden insanlar kaçırılıyordu. Menderes’in derdi, iflas eden liberal ekonomik sistemi ABD yardımıyla ayakta tutmak ve bölgesel bir savaşta yer alıp etkinliğini artırmaktı. Ne var ki, Türkiye’nin görevini sadece işbirlikçi Arap rejimlerine yardım etmekle sınırlayan ABD, isteneni bir türlü vermiyor, kimi zaman da Türkiye’yi dizginlemeye çalışıyordu.

Sonunda SSCB Türkiye’yi uyardı ve Lazkiye’ye bir Sovyet filosu ve savaş gemisi yollayarak, Suriye’nin arkasında olduğunu açıkladı. 9 Ekim 1957’de Kruşçev New York Times gazetesine demeç veriyor, savaşın patlaması durumunda ABD’nin Türkiye’ye uzak, kendilerinin ise yakın olduğunu belirtiyor ve ateş başladığında roketlerin uçmaya başlayabileceğini söylüyordu. Bu arada Suriye, Türkiye’yi kışkırtıcı ve saldırgan tutumundan dolayı BM’ye şikayet ediyordu.

Olayın farklı bir boyut kazanmakta olduğunu gören ABD ve İngiltere mesajı aldılar ve “Suriye sorunu”nun çözümünü başka bir bahara ertelediler. Ne var ki, beklediği mali yardımı alamayan Türkiye’yi zaptetmek mümkün olmuyordu. Bu arada, DP iktidarının şahinliğinin sadece dış politikayla sınırlı olmadığını, ülkede yaşanan en geniş komünist tutuklamasının bu iktidar döneminde gerçekleştiğini de anımsayalım.

Sonunda ABD Dışişleri Bakanı Herter, Başkan Eisenhower’e “Türkiye’yi (…) tek başına hareket etmekten nasıl alıkoyacağımıza ilişkin bir kararla yüz yüzeyiz (…) Her ne kadar normalin dışındaysa ve bizim ekonomik yargılarımızla uyuşmasa da, iktisadi yanıt soruna çözüm olabilir” önerisinde bulundu.

Türkiye’ye para yardımının gelmediğini, Menderes’in ise 27 Mayıs darbesi öncesinde davet edildiği Moskova’ya gitmeye hazırlandığını biliyoruz.

Öykü eski ama sanki dün yazılmış gibi.

Başbakan’ın yüksek perdeden atıp tutmaları, Rusya’nın duvardaki silahların patlayabileceği yönündeki imaları, birkaç ay önce Henry Barkey’in uygun bir dille yaptığı ince ayarlar, sınırda yaşananlar ve içinde yaşadığımız faşist ortam, size de bir şeyler çağrıştırmıyor mu?

Bu benzerlikler, 1940’lardan itibaren yapılan siyasal seçimle yakından ilgili. Türkiye burjuvazisi, doğası gereği, emperyalist “Batı” yanında yer alarak onun savaş örgütlerine ve ekonomik bağlaşmalarına dahil olmayı seçtiği için ülkenin kaderi değişmiyor. Emperyalizmin jandarmalığı ise, yoksulluk, onursuzluk ve komşularla sürekli bir savaş tehlikesinden başka bir sonuç vermiyor.

Söylemekten bıkmadık, bıkmayacağız da.

Bu çarkı tersine çevirmekten başka çıkış yolumuz yok.

Çıkalım şu NATO’dan, feshedelim şu ikili anlaşmaları ve yollayalım şu ABD askerlerini ülkelerine!

Sınıfsız, sömürüsüz bir düzen için.