Bir kez daha Olimpiyatlar’a! Yumruklar havaya!

Çocukluğumda, her sabah erkenden kalkan ve kocaman labutları çevirerek İsveç jimnastiği yapan babamı seyreder ve bazı hareketleri birlikte yapmaya çalışırdım. Sporla ilk tanışıklığımdı bu. İlkokul yıllarında ise kuzen Çandar’ın Fenerbahçe takımının ilk 11’ini ezberletme çabaları sonucunda, tuttuğu takımın sadece adını bilen bir Galatasaraylı oldum. Gittiğim ilk maç sonrası hastalanınca, futbol ve sporla bu sıkı(!) ilişkim sona erdi. 1968 Meksika Olimpiyatları’na dek..

68’li yıllar... ABD’nin Vietnam’ı işgal ederek kimyasal silah dahil canlı herşeyin üzerine ölüm yağdırdığı, ülke içinde gösterileri zor kullanarak bastırdığı ve Martin Luther King’in öldürüldüğü yıllar... Kapitalist sömürü ve baskının, savaşın ve sömürgeciliğin hemen yok edilebileceğine ve aynı hızla yeni bir dünyanın kurulabileceğine olan inancın bizim kuşağımızda çok güçlü olduğu yıllar...

O yıl Olimpiyatlar, hükümet güçlerinin oyunlar öncesinde yüzlerce öğrenci ve eylemciyi olimpiyat güvenliğini sağlama bahanesiyle öldürdüğü Meksika’nın başkenti Mexico City’de yapıldı.

Ve beklenmedik bir olayla karşılaştı dünya. Prangalarını “bir daha takmamak üzere çıkaran” iki siyah ve onların yoldaşı bir beyaz atlet, ortalığı sarstı.
İkisi siyah Amerikalıydı, diğeri ise bir Avustralyalı olan Peter Norman. ABD’li koşucu Tommie Smith, 200 metre dünya rekorunu kırarak altın madalyayı kazandı. Avustralyalı ikinci, John Carlos ise üçüncü oldu. Madalya töreninde ABD’li atletler, Amerikan siyahlarının yoksulluğunu protesto etmek için siyah çoraplarla ayakkabısız çıktılar kürsüye. Carlos “linç edilen, öldürülen, asılan ve mezarları bile olmayan insanları” simgeleyen bir boncuk kolye taktı boynuna. Ülkesindeki mavi yakalı işçilerle dayanışmasını göstermek için ise montunun önünü açık bıraktı. En çarpıcısı, her üç atletin de göğüslerinde ırkçılık karşıtı İnsan Hakları için Olimpiyat Projesi Hareketi’nin (OPHR)armasını taşımalarıydı... Carlos ve Smith siyah eldivenli yumruklarını gökyüzünü yırtarcasına uzattılar havaya. Önce büyük bir sessizlik... Ve hemen arkasından ırkçılık taştı stattan. “Zenciler Afrika’ya geri gitmeli!” diye bağırarak fırlattılar ellerindekileri atletlerin üstüne. Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) Başkanı, Carlos ve Smith’in takımdan çıkarılmalarını ve Olimpiyat köyünü terk etmelerini emretti.

Durumdan vazife çıkaran medya, hemen işe koyuldu. Los Angeles Times onları Nazi selamı vermekle suçladı. Time dergisi ise haberinde, Olimpiyat logosundaki “Daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü” sözcüklerinin yerine “Daha kızgın, daha pis ve daha çirkin” yazarak onları aşağılamaya çalıştı.
Sistem, o günden bu yana kendine başkaldıran bu üç büyük atleti cezalandırmaktan vazgeçmedi. Ne ki, onlar hiç geri basmadılar ve pişmanlık duymadılar.

“Yaşamın bir başı bir de sonu var. Önemli olan bu aralıkta bir şeyleri değiştirmek için yapacaklarınızın bedelini ödemeye hazır olup olmamanız” diyen John Carlos, ülkesinde büyük bir tecrit yaşadı. Çöpçülük dahil her işi yaptı milli atlet, yoksulluğa dayanamayıp canına kıyan karısını ve çocuklarını geçindirebilmek için. Norman ve Smith de benzer öyküleri paylaştılar.

Olimpiyatlar’ın İstanbul’da yapılmayacak olmasına birçok insan gibi ben de hiç üzülmedim. Kent alanlarının ranta açılmasının bir süre için erteleneceğini, cebimizden “Olimpiyat” vergisinin çıkmayacağını, AKP iktidarı ve destekçisi para babalarının güçlerinin belki bir nebze olsun azalacağını ve de en önemlisi sokaklarda gençlerin katledilmesi emrini vermenin kısa vadede bir bedelinin olması gerektiğini düşündüğüm için.

Yine de bir şeyi merak etmeden duramıyorum.

Dünyanın alev alev yandığı günümüzde, şan ve şöhreti teperek bedel ödemeyi seçen bu kahramanları izleyecek birileri yok mu?

Yok mu Carlos’lar? Smith’ler? Forman’lar?

Bu savaş günlerinde barışı simgeleyen yumruklar bir kardeşlik ormanı gibi havaya yükselse, ne güzel olurdu... Karanlıklar başka türlü nasıl yıkılacak?