Tıknefes ekonomi

Türkiye kapitalizmi 2019’un birinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine göre %2,6 küçüldü. Bir önceki çeyrekte ise göreli küçülme %3 olarak gerçekleşmişti. İşsiz sayısının 5 milyonu aştığından dem vurulmaktadır. Üstelik giderek büyüyen bir bütçe açığı ve yükselen borçlanma maliyeti de tuz biber olmaktadır. Yaz aylarında cari fazla verileceği beklentisi büyük bir keyifle ilan edildi. 

Nitekim son dış ticaret verileri de bu türden bir eğilimin var olduğunu gösterdi. İhracat daha az, ithalat ise daha çok düştü. Türkiye kapitalizmin yapısından bihaber fukaraların sevinci bir yana bu gelişmeler Türkiye kapitalizmi için ithalat yapma yetisinin kaybedildiği anlamına gelmektedir. Bağımlı bir ekonomi için bu düşüşün yıkıcı etkileri olacaktır. İthal girdi kullanan firmaların büyük bir çoğunluğu ithal ettikleri girdileri stoklayarak kullanmaktalar. Dolayısıyla daralan ithalatın etkisini görebilmek için biraz daha beklemek gerekmektedir. Üstüne üstlük özel sektör borç yükümlülüğü dayanılmayacak boyutlara ulaşmıştır ve ulusal paranın değer kaybı özel sektörün işini daha da zora sokmaktadır. İthalat daralması ve yükselen borç yükümlülüğü kuşkusuz sayısı artan iflaslar ve daha yüksek işsizlik anlamına gelecektir. Diğer taraftan yükselen bütçe açığı da kamu kesimi borçlanma gereksinimini artırmakta ve dolayısıyla kamu borç stoku da yükselme trendine girmektedir. Kendi gölgesinden bile ürken uluslararası sermaye ise bu ortamda Türkiye’ye gelme konusunda daha isteksiz hale gelmektedir. Oysa Türkiye kapitalizmi her yıl ciddi bir miktarda yabancı sermaye girişine ihtiyaç duyan bir morfolojiye sahiptir. Bu isteksizlik kuşkusuz yapısal sorunları daha görünür hale getirecektir. 

Tablo budur. Durumu nasıl adlandırırsanız adlandırın (ister stagflasyon deyin, ister slumpflasyon) gerçekleşmekte olan daha önceleri uygun şartların ve şansların el verdiği ölçüde ötelenen bir krizin dizginlenemeyen derinleşmesidir. Türkiye kapitalizmi, benzerleri gibi, tıknefes bir ekonomik yapıya sahiptir. İki adım ileri attığında atılan adımların yükselttiği sorunlar ile iki zaman duran ve hatta üç adım geriye yuvarlanan bir yapıdır. Her ileri salınım geri salınımın tohumlarını ekmekte ve her geri salınım daha yüksek toplumsal ve insani maliyet yaratmaktadır. Üstelik her ileri adım emperyalist sistem ile bağları daha da güçlendirmekte ve Türkiye kapitalizminin bağımlı yapısını depreştirmektedir. 

Şimdi hemen şeytanın avukatlığını da üstlenelim ve bu teze karşı sıradan ve içi boş bir liberal itirazı terennüm edelim. Şunu diyelim; karmaşıklaşan küresel kapitalizm içinde başka türlü bir konumlanma mümkün müdür? Karşılıklı bağımlılıkların bu ölçüde arttığı, sermayenin sınırları aşarak farklı toplumların emekçilerini senkronize bir şekilde sömürdüğü bir dünyada içe kapalı bir kapitalizm mümkün müdür?  Ve cevabı da bir liberali mutlu edecek şekilde verelim; tabii ki değildir. Ancak bu sahte bir mutluluk olacaktır kuşkusuz, bu mutluluk sadece ufku bu düzen ile sınırlanmış kimseler açısından var olan gerçeğin tescil edildiğini görmek anlamına gelecektir. Ancak pek tabii ki bizim zavallı liberalimizin kabullenmek istemediği farklı bir gerçeklik de oldukça olasıdır. Liberal ufku bu düzeni aşamadığı için oldukça gerçekçi olmak durumundadır. Muhalif olsa bile…Örneğin Türkiye kapitalizminin gidişatından memnun olmayabilir (ki TÜSİAD temsilcilerinin kelamlarına bakıldığında memnun olmadıkları ortaya çıkmaktadır).  Bu durumda sermayenin küresel sağduyusuna uyulması gerektiğini vaaz eder. Örneğin işlerin düzelmesinin yolunun Merkez Bankası’nın gerçek anlamda bağımsız olmasından geçtiği tezine sarılır. Böylece emekçi gelirlerinin düşük, finans sermaye gelirlerinin ise yüksek olması gerektiğini savunmuş olur ve gerçekten hakiki anlamda gerçekçi olur. Bu nedenle gerçekçi liberalizmi bir kenara bırakarak tıknefes ekonomiye geri dönelim. 

Tıknefes ekonominin performansının parlaklığı aslında ulusal serveti ve yerli emek gücünü ne kadar ucuza pazarlayabildiğine bağlıdır. Tıknefes ekonomi aynı zamanda varoluşunu üretileni giderek daha eşitsiz dağıtmasına borçludur. Ayrıca tıknefeslik kısa dönemli düşünmekle aynı anlama gelmektedir. Marx sermayeyi miyopik olmak ile itham etmişti, tekil sermaye ve sermayedar dar görüşlüdür, kısa dönemli insani olmayan bir hedefe sahiptir. Gözü başka bir şeyi görmez. Çok ilginçtir son 40 yıldır mevzu bahis tıknefes ekonomide ve benzerlerinde uygulanan ve sermayenin koşulsuz tahakkümünü garantileyen program, devletleri de miyopik hale getirdi. Örneğin yazının konusu olan tıknefes ekonomi kendisi için işlerin (görünüşte) iyi gittiği 2002 ile 2007 arasında, anlaşılan geleceği düşünmeden hareket etmişti. Bu dönem ABD Merkez Bankası’nın düşük faiz politikasının eşlik ettiği küresel likidite bolluğu dönemi idi. Türkiye de dahil diğer tıknefes ekonomilere can suyu olacak miktarda küresel sermaye girişi yaşandı. Böylece özünde 1980 faşizminin yürürlüğe koyduğu programı sürtünmesiz ve muhalefetsiz bir ortamda uygulama şansı yakalayan AKP hükümetleri görünüşte 2001/2002 krizini aşan siyasi iradeyi ortaya koymuş oldular. Aslında sihirli ya da olağanüstü hiçbir şey yoktu, tıknefes ekonomilerin ekonomik ritmi ve performansı küresel sermaye bollaştıkça ve onların payına bu bolluktan daha fazlası düştükçe zaten iyiye gider bir görüntü çizmekteydiler (hem de aynı zamanda kötüye gidişin tohumlarını ekerek). Küresel sermayenin tıknefes ekonomilere akmayı tercih etmesi Marx’ın sermayede ve sermayedarda teşhis ettiği miyopizmi genelleştirme eğilimine sahiptir. Kapitalist devlet de bu hallelujah döneminde sermaye kadar miyopik hale gelir. 

Ancak küresel sömürgen sermeyenin mekân seçimi sarkaç gibidir; gittiği yerden döner ve gitmediği yere gider. Böylece giderek suladığı yeri çekilirken daha büyük bir çoraklığa mahkûm eder. Sermayenin mantığı verdiğinden çoğunu almak değil midir zaten? Nitekim içinde yaşadığımız tıknefes ekonomiye AKP’li yılların ilk bölümünde misliyle giren sermaye, dengeleri ve yapıyı daha da bozdu. Çekildiğinde mecalsiz ve çıkışsız bir yapı bıraktı. Girerken AKP’nin miyopik sermaye yanlısı ekonomik programının da etkisiyle hem devleti, hem kapitalist firmaları hem de servet/mülk sahibi hanehalklarını tüketimlerini arttırmaya itti. Ayrıca yıllarca reel çalışma gelirleri sermayenin kârı yüksek olsun diye düşük tutulan emekçi sınıflar da genişleyen kredi mekanizması aracılığıyla hızla borçlandırılarak tüketim çılgınlığına bir nebze de olsa ortak edildiler. Böylece tıknefes ekonominin sahte refahı gerici ve sermaye yanlısı siyasi ekonomik programın görünüşte takdire mazhar olmasına yol açtı. Ancak başladığı gibi bir anda bitti. 

Bu yazıyı kaleme alırken ABD Merkez Bankası’nın önümüzdeki dönemde bir ya da iki kez faizleri indireceğine dair bir haber birden sermaye yanlısı program mihmandarlarını ve sermayedarları sevince itti. 2002 ile 2007 arasındaki türden bir küresel sermaye bolluğu oluşacağına dair iyimser beklentiler ortalığa dökülüverdi. Ellerinde kalan sadece seraplar ve sanrılardır, dokunmayın sevinsinler. Gerçeklik seraplarla, hayallerle oluşturulmuş her türden zırhı delecek kadar keskindir. Tıknefes ekonomi kapitalizmle bir ileriye gittikten sonra iki geriye giden, mecali ve dinamizmi kalmamış ekonomidir. Her defasında çöküş daha büyük maliyetle ve daha büyük yıkıntı ile gelir.