Tarihsel Deja Vu veya fabrikalar toplama kamplarına dönüşürse

Bugün faşizm üzerine birkaç belirlemeyle bu yazıyı sonlandıralım. 1920’ler ve 30’lar ile bugünün benzerlikleri ile ilgili en önemli boyut faşizmdir. Faşizm ile ilgili birkaç belirleme yapalım. Bu belirlemeler ileride başka yazılarda daha detaylı ele alınacaktır.

1- Tekrarında yarar var; faşizm içeriden gelir, faşistler dışarıdan bulunur. Belirli bir gelişkinliğe ulaşmış kapitalist devlet bir dinamik olarak faşizmi içerir, ancak artık özsel bir nitelik olan bu dinamiği her zaman açıkça göstermez, daha doğrusu her zaman gösteremez. Gösteremediği durumlara, fazla basitleştirmeye düşme tehlikesini göze alarak, burjuva demokrasisi diyelim. Böylece Jeykll ile Hyde ortaya çıkmıştır.

2- Bununla ilgili diğer bir belirleme; burjuva demokrasisi ilk olarak liberal ve vizyon sahibi burjuva aydınının imgeleminde yeşermiş olabilir. Ancak onu hayata geçiren paradoksal bir şekilde işçi sınıfıdır. Birkaç örnek ile yetinelim. Örneğin liberal aydınlarımızın öykünerek baktıkları İngiliz demokrasisinin gerçek anlamda ortaya çıkabilmesi için Çartist hareketlerin, Fabian Sosyalizminin ve güçlü işçi sendikacılığının müdahaleleri gerekti. Bugün saf liberallerin gıpta ile baktıkları Anglo-Sakson demokrasisinin gerçekten ortaya çıkabilmesi için tüm bu müdahalelerin kurumsal sonucu olarak İngiliz İşçi Partisi’nin zorlayarak kendine meşruiyet ve alan sağlaması gerekti. Bundan önce toplumun çalışan sınıflarına kapalı sen-ben-bizim oğlan demokrasisi kıvamındaydı. Aynı durum Almanya’da da yaşandı. Alman muhafazakârlığı ve monarşisinin tüm baskılarına rağmen güçlenen ve büyüyen Alman Sosyal Demokrat Parti’si 19. yüzyılın başında korkak Alman liberallerinin yapamadıklarını yaptı ve Alman siyasal sitemini “demokratize” etti. Buradan şu tarihsel eğilime ulaşıyoruz, burjuva demokrasisinin güvencesi bile işçi sınıfıdır. Hatta bu payandalık özellikle işçi sınıfı adına politika yapan siyasi partilerin bazen zihnini bulandırmakta ve onları sosyalizmden uzaklaştırarak “demokratist” yapmaktadır. Tarihsel sonuçları çok acı olan bir sapmadır.

3- Böylece tarihsel olarak şunu da belirleyebiliyoruz; işçi sınıfının yenilgisi dipte hazır bekleyen faşizmi serbest bırakıyor. Daha da açık olarak işçi sınıfı siyaseti geriledikçe burjuva demokrasisi bile anlamsızlaşmaktadır. Dışarıdan sağlam gibi görünen ancak içten içe çürüyen ağaç gövdesine dönmektedir. Zamanedeki gelimeler bunu fazlasıyla kanıtlamaktadır. Kurumsal yapısı ne kadar gelişmiş olursa olsun, anayasal garantileri ne kadar güçlü olursa olsun, tarihsel ve geleneksel olarak ne kadar köklü olursa olsun, işçi sınıfının kendine ait sınıf politikasıyla payandalık etmediği burjuva demokrasisi dejenere olarak faşizme dönüşmeye yazgılıdır. Sadece bu nedenle bile yenilmiş bir işçi sınıfı siyaseti faşizme davetiyedir.

4- Ancak işçi sınıfının tarihsel misyonu güdük burjuva demokrasisini savunmaktan daha ileridedir. Bazen geçerken zoraki üstlenmek zorunda kaldığı bu görev hem onun hem de onun adına siyaset yapanların dimağını bulandırmaktadır. Örnek olsun, II. Dünya Savaşı’ndan faşist ülkeler yenik çıkmıştır. Ancak savaş sonrasında müthiş bir prestijle çıkan özellikle Avrupa komünist partileri ne yazık ki asli görevlerinin işçi sınıfının siyasi alanının olabildiğince geniş tutulduğu bir burjuva demokrasisinin varoluşunu güçlendirmek olduğunu varsaydılar. Varsaydıkça çok yakınında oldukları iktidardan uzaklaştılar, uzaklaştırıldılar. Hatta savaş sonrasında yapılan seçimlerde Fransız Komünistleri en çok oyu aldılar, hükümet ortağı oldular ancak yaka paça atıldılar. Nerdeyse benzeri İtalyan Komünistlerin başına da geldi. Başkaları da belirtti; komünist partilerin siyasi hattının burjuva demokrasisinin savunusuna çekilmesini ve iktidardan uzaklaşmalarını yenilmiş bile olsa faşizmin başarısı olarak kabul etmek gerekir.

5- İşçi sınıfı savaşkan oldukça burjuva demokrasisi en gelişkin haline ulaşmaktadır. Örneğin 1933’e kadar Almanya’nın siyasi hayatı müthiş bir dinamizm sergiledi. Tartışma ve polemiğin bu kadar çok olduğu, toplum kesimlerinin bu kadar politize olduğu başka bir dönem görülmedi. Ancak Alman işçi sınıfının ikinci ve daha ağır yenilgisi (ilki I. Savaş’ın hemen ertesindeydi) tüm bu “demokratik” havayı sona erdirdi. Başka bir örnek ise Türkiye’nin 1960’ları ve 1970’leridir. Bir iç savaş olduğu açıktır. Ancak Cumhuriyet tarihinde bu kadar çok derneğin kurulduğu, bu kadar çok forumun yapıldığı, insanların haklarını aramak için bu kadar çok gösteri yaptıkları ve toplumun tüm katmanlarının bu kadar yüksek siyasal bilinç gösterdikleri başka bir dönem yoktur. Deneyimler sarih bir kuralı bir kere daha ortaya koymaktan başka bir şey yapmıyorlar; işçi sınıfı ayakta ise güdük burjuva demokrasisi bile işliyor ve anlam buluyor, işçi sınıfı durunca ibre otomatik faşizme kayıyor.

6- Faşizm ise kristalize ve konsantre kapitalizmdir. Başta vurgulamıştık, artık kapitalizmi anlamak için faşizmi anlamak gerekiyor. Devamıyla; bugünkü kapitalizm özüne dönmüş kapitalizmdir. Bugünkü kapitalizm, yazıldığı dönemdeki kapitalizmden daha yakındır Kapital’de anlatılan kapitalizme. Thatcher işçi sınıfına karşı karşıdevrimi başlatırken “başka alternatif yok” demişti. Bir tarafıyla doğruyu söylemişti; dediği ”kapitalizme razı iseniz bunan gayrısı yoktur” idi. 1920’ler ve 1930’ların kapitalizmi mi? Temsile çıkan çıplak özü idi aslında. II. Savaş sonrası ortaya çıkan güçlü sol, Sovyet sosyalizmi ve ulusal kurtuluş devrimleri onu bir nebze gemlediler, evcilleştirdiler.

7- 1920’ler ve 30’ların kapitalizmi kristalize özünü çıplak bir şekilde ortaya koymuştu. Bu öz özellikle varsıl olmayanlar, sermayedar olmayanlar, sermaye birikiminin özel olarak koruyup kolladıklarından olmayanlar için bir tür cehennemdi. Özü kendisini yürüyen, insanlığın gövdesini saran bir tür kötü huylu tümör gibi ortaya koyarken sıradan insanın kulağına fısıldanan “en azından yasalar önünde eşitsin” tekerlemesi ikna kabiliyetini hepten kaybetmekte ve sıradan insanı Reich’ın “küçük adam”ına çevirmekteydi. Aklı, havsalası ve ufku küçülen küçük insan küçüklüğünü kabul ettiren ancak onu en azından kendisinden daha küçük olanlardan ayıran, baskıcı bir sisteme hayır diyemeyecek hale gelmekteydi. Sırf bu nedenle bile siyasi hattı kültür, etnisite ve ulusal kimlik türünden unsurlar üstüne kurulu politika görünüşte ne kadar ilerici olursa olsun eninde sonunda ufku küçülen insanın gerçek düşmanı gözden kaçırmasına ve sefalet içinde bile olsa o ulusa, bu dine mensup olmakla rahatlamasına yol açmaktaydı. Bu aslında koca bir sürünün üyesi olmak anlamına gelmekteydi. 1930’larda Alman çalışan sınıflarının bir bölümünün başına gelen budur.

8- Faşizm ayan beyan ortaya çıktığında işe önce kendi “tabasını” tanımlamakla başlar. Bu adım tarihsel burjuva vaadi olan vatandaşlık kategorisinin gerçeklikte tezahür eden son kırıntılarının bile ortadan kaldırılmasına yol açar. Vatandaşlık yasalar önünde kültürel ve ulusal niteliklere bakılmaksızın eşitlik ima eden zavallı bir vaatti. Görünüşte olsa bile herkesi kapsama azmindeydi, oysa bu yeni “teba” herkesi kapsamaz, biat edeni kapsar, belirli ırksal, ulusal ve dinsel sıfatları taşıyanları kapsar. Sürüleştirme işlemidir. Bugün kapitalist alemin her yerine işlemektedir.

9- Sürü her türlü insani erdemin bilerek ve isteyerek yok edilmesiyle bir araya getirilmiş kitlelerdir. Siyasi ve ahlâki bir projedir, faşizan kapitalist devletin ustalıkla yürüttüğü bir projedir. Sürüleşen sürünün dışında kalanı tehdit olarak algılamaya başlar. Bu ise kamplaşamaya ve gettolaşmaya giden yolun açılması anlamına gelecektir.

10- Son olarak Marx’ın kapitalizmin çelişiklerinden söz ederken altını özellikle çizdiği aşılamaz gibi görünen bir çelişkiden bahsedelim. Marx insanın emek gücünün sermaye tarafından üretim sürecine çekilmesi sürecinde emek gücünün doğasından kaynaklanan ve aşılması imkânsız gibi görünene bir çelişkinin kapitalistleri oldukça zorlayan kalıcı bir soruna dönüştüğünü hatırlatır hep. Emek gücü sermayeleştirilen bir yaratıcı potansiyeldir, onun nerde nasıl kullanılacağı artık sermayedarın insafına kalmıştır; ancak taşıyıcısı, emekçi, kanlı canlı, hayalleri olan, direnme gücü olan ve isyan edebilen bir öznedir. Potansiyel emek gücünün pasifliğine ve nesneliğine inat, o sonuna kadar öznedir. Bu iki durum arasındaki çelişki bitmek bilmeyen bir arayışa yol açmıştır. Sermaye becerebilse emek gücünün emekçiden ayıracak bir düzeni dayatacaktır. Ya da emekçinin insani tarafını yok ederek onu isyansız, itirazsız ve sesi çıkmayan bir nesneye, bir “şey”e dönüştürürse bu çelişki ortadan kalkacaktır. Bu karşı konulamaz istek, tek tek, bireysel olarak sermayedarların iyi ya da kötü, hoşgörülü ya da horgörülü olmasından bağımsız olarak artık insanlar arası bir ilişki olmaktan görünüşte giderek uzaklaşan sermaye birikiminin işçi sınıfına yönelik politikalarını belirlemektedir. Bu ise işçi sınıfının bölünerek önce gettolaştırılmasına sonra da toplama kamplarına kapatılmasına giden uzun ve acı dolu bir hikâyenin ana teması olmaktadır. Faşizm bu eğilimin karşı konulmaz bir şekilde gerçekleştiği durumu anlatmaktadır. Daha başka bir ifadeyle sermayenin insani olmayan mantığıyla Auschwitz, Treblinka, Dachau veya Maydanek ideal fabrikaları ve yaşam alanlarını simgelemektedir. Emekçinin insani tarafı yok edilmiş ve o sadece yürüyen emek gücüne dönüştürülmüştür, kolayca harcanabilir, istenilen formda kullanılabilir ve ihtiyaç ortadan kalktığında yok edilebilir. Faşizm kristalize ve konsantre kapitalizmdir. Kapitalizm ise büyük insanlığın en büyük düşmanıdır.

Thatcher “başka bir alternatif yok” diye vaaz etmişti. Ufku kapitalizmi aşmayanlar açısından doğrudur. Ancak kapitalizmi aşan,  daha insani, uğruna insanların 200 yıldır canlarını feda ettikleri başka bir yol var. Sosyalizm çöküntüden çıkıyor ve hepimizi çağırıyor.