Kıdem tazminatı, BES ve pes!

Bakan Albayrak yine kameraların karşısına geçti ve yine pek de derli toplu olmayan bir temenniler yığınından oluşan yeni dönem paketini açıkladı. Paket paket üstüne, reform reform üstüne, hepsi emekçi sınıfın üstüne…Yine bolca gülümsedi ve önemli yerleri hatırlattı. Hatırlattığı önemli reform adımlarından biri de kıdem tazminatı ile ilgili olandı. Bakan her kesimi mutlu edecek bir reformun çalışmalarına girişildiğini ve önümüzdeki yıl içinde bunların sonuçlandırılacağını ve bunun da çok ama çok önemli olduğunu vurguladı. Kıdem tazminatı için bir fon kurulacak ve bu da Bireysel Emeklilik Sistemi (BES) ile bütünleştirilecekmiş. Böylece bir süre sonra bu bütünleşik fon milli gelirin % 10’una ulaşacakmış. Ne güzel, ne harikulade… Sermayenin yatırımlarının bile istatistiklere akrobasi yapılarak % 20’ler civarına çıkarıldığı bir ülkede emekçilerden haraç misali kesilecek bu kesintilerin biriktiği fon mili gelirin onda birine eşit olacak ve sanayinin emrine amade kılınacakmış. Gerçekten çok önemliymiş. 

Bakan bilmiyor olabilir ama temel çalışma hukuku açısından işçi sınıfından yapılan zorunlu fon kesintileri yine işçi sınıfı için harcanmalıdır kuralı uzunca bir süredir geçerli olan bir kazanımdır. Kısacası, ve öncelikle, emekçiden yaptığın kesintileri sermayenin emrine amade kılıyorsan en temel burjuva çalışma hukuku ilkelerinden birini çiğniyorsun demektir. Ancak kime söylüyoruz? Şu zavallı işsizlik sigortası fonunun yıllardır başına gelenlere bakınız bir kere. Asli amacından gayrı her şey için kullanıldı; otoban yapıldı, sermayeye teşvik oldu, verimsiz ve ülkenin geleceğine zerre kadar hayrı bulunmayan yatırımların finansmanı için kullanıldı; bir tek işsize yar olmadı. Oysa emekçilerin ücretlerinden onlar işsiz kaldıklarında yaşam akçesi olsun diye kesilen ödentilerden oluşmaktaydı. İşsizlik fonundan yararlanabilme şartlarını öyle bir ayarladılar ki işsizin işsizlik fonundan yararlanabilme olasılığını balinaların uçabilme olasılığına eşitlediler. Böylece işsizin yararlanamadığı ancak onlar için oluşturulmuş fon sermaye için yedek akçeye dönüştü. 

Kıdem tazminatı fonunun kurulmasını ve BES ile entegre edilmesini öngören reform adımı 11. Kalkınma Planı’nda da zikredilmektedir. Bu arada hem reform kavramı hem de adı geçen kalkınma planı ilgili olarak birkaç değinide bulunmak gerekiyor. 

Sermaye yanlısı/emekçi düşmanı programın son evresi, 2002 yılından bu yana geçen kutlu iktidar süresi içinde işler iyi de gitse kötü de gitse nerdeyse 6 ayda bir önümüze bir reform paketi geldi. Öyle ki artık Türkiye’nin çalışan kitleleri bir tür reformofobiye kapıldılar. Artık her an yeni bir reform gelebilir diye kaygı içinde beklemekteyiz. Artık birileri bir şeyleri eleştirmeye kalksa onu "ağzını hayra aç, her an bir reform paketi gelebilir" diye korkutur olduk. Reform sözcük anlamıyla yeniden yapılandırma anlamına gelmektedir. Neden bu kadar çok yeniden yapılandırıyoruz? Ya da neyi yeniden yapılandırıyoruz? Reform halihazırdaki yapıda bir aksaklık, bir deformasyon görüldüğünde gündeme alınan bir adımdır. Bu kadar çok yapılandırma herhalde yeniden yapılandırmanın kendisinin bir sorun olduğunu göstermektedir. Yıllardır bütçe reformları, vergi reformları, idare reformları, yargı reformları, ekonomik yapı reformları ve diğer reformlarla süslenmiş çok renkli bir hayatı yaşayıp gidiyoruz işte. Sürekli reform yapıyı amorf, kuralsız, şekle girmeyen bir yapıya dönüştürmektedir. Çok açıktır ki bu da kuralsızlığı ve denetimsizliği birikim açlığının hizmetine sunmak isteyen sermaye ve mülk sahiplerinin işine gelmektedir. 

Bu arada her reform yeni bir yasal çerçeve demek ise tam da burada burjuvazinin tarihsel bir stratejisine parmak basmak gerekiyor. Yasalarla ilgili bir terminoloji kullanarak, burjuvazinin tarihsel olarak de jure ile de facto arasındaki makası ve açıklığı sürekli kendi lehine kullanma eğiliminde olduğunu altını çizerek vurgulamamız gerekmektedir. “De Jure” yasaların öngördüğü, yasalara göre olması gereken anlamına gelmektedir. “De Facto” ise gerçeklikte olana işaret eder. Burjuvazi kendi koyduğu hukuka uymama konusunda yüzsüz bir mahirlik gösterme kapasitesine sahiptir. Örneğin Türkiye’de yasal olarak işleyen bir asgari ücret belirleme mekanizması vardır. Asgari ücret komisyonu her yılın belirli bir döneminde toplanır ve takip eden yıl içinde geçerli asgari ücreti belirler. Tespit edilen ücret aslında yasal bir minimumdur. Kısacası yasa/kanun hükmündedir. Buna uymayan işveren cezalandırılmalıdır. Öyle değil mi? Ancak nerede, Türkiye’de mi? Resmi verilere göre bile Türkiye emekçilerinin nerdeyse üçte biri asgari ücretin altında ücretlerle çalışmaktadır. Neden? Çünkü işsiz sayısının çok yüksek olduğu ülkemizde işveren işçiyi (hem de resmi belgelerde asgari ücret alır gibi gösterirken) asgari ücretin altında ücreti kabul etme konusunda ikna ederken pek de zorlanmamaktadır. Ya bu ücrete çalış, ya da kapıda bekleyen senin gibi binlercesinden birini alırım demektedir. Kısacası işçi sınıfının verili örgütsüzlüğü içinde ona şantaj yapmaktadır. Türkiye burjuvazisi mi, yüzsüz ve vahşidir. Böylece asgari ücretin hiçbir bağlayıcılığının olmadığını anlıyoruz; burjuvazinin de jure yerine de facto’ya yaslanarak bir tür ucuz emek cennetinin keyfini çıkardığını da tespit etmiş bulunuyoruz. 

Burjuvazinin de facto katakullilerinden diğer bir örnek de son günlerin en yakıcı konusu olan kıdem tazminatı hakkında verilebilir. Bugün Türkiye işçi sınıfının zaten çok küçük bir bölümü kıdem tazminatına hak kazanmaktadır (gazetelerden birinde % 8 gibi bir oran verilmişti). Geri kalan çoğunluk ise kıdem tazminatını rüyasında bile görmemektedir. Tekstil, inşaat, gıda ve hizmetler gibi ucuz emek sömürüsü üstünde yükselen gözde sektörlerimizde şöyle bir uygulama oldukça yaygındır. İşçi her yılın sonuna doğru resmen işten çıkarılır, takip eden yılın başında tekrar işe alınır. Böylece resmi belgelerde sürekli bir yılın altında çalışmış gibi görünür (Üstelik bu uygulamaya sadece kayıtlı olma şansına sahip olanlar maruz kalırlar. Bir de kayıtlarda bile görünmeyen koca bir kitle vardır). Ne kadar zekice değil mi? Böylece bu sektörlerdeki işçiler hiçbir zaman bir yıldan fazla çalışır gibi görünmediklerinden kıdem tazminatından sürekli mahrum kalırlar; hep ofsayt olurlar ve ama hiç gol olamazlar. Peki bunlar olur iken, işler bu minvalde yürütülürken kapitalist devletin çalışma hukukuna uyulup uyulmadığını kontrol eden saygın kurumları ne yaparlar? Bilenler beri gelsin. 

De jure’nin değil de facto’nun geçerli olduğu bu ortamda bu kadar reform ne işe yarar; işte soru budur. Reform yeni bir kurumsal ve yasal bir düzenleme anlamına geliyorsa egemen sınıfının kendi yasalarına uymadığı bir ülkede ne halta yarayacaktır? Soru budur işte. 

Gelelim 11. Kalkınma Planı’na. Adına aldanmayın sakın. Kapitalist dünyada kapitalist devletlerin artık kalkınmanın öznesi olmak gibi bir işlevleri yoktur. Bu nedenle “kalkınma” kavramı resmi belgelere her girdiğinde bir tür anakronizm olarak durmaktadır. Anakronizm ise vadesi dolmakla birlikte şu ya da bu şekilde, ancak içi boşaltılarak, ayakta tutulurmuş gibi görünen kurumların ve süreçlerin içinde bulundukları durumdur. Kısacası görüntüsünün ve adının var olması ancak kendisinin artık namevcut olması durumdur. Türkiye’de kalkınma planları 1980 sonrasında tüm işlevlerini yitirdiler. Aslında hem kalkınmaya yönelik olmaktan çıktılar hem de planlamayı zinhar günah hale getirdiler. 1980 sonrası kalkınma planlarına bakıldığında kalkınmanın bir hedef olarak bile olmadığı, plan denilenin ise abuk subuk, içsel tutarlılığı olmayan bir temennilerden ve boş sözlerden oluşan bir çorba olduğu görülecektir. 11.’si de bir istisna değildir. Her plan gibi önce dünya ve Türkiye ile ilgili teşhisler verilmektedir. Sonra ise hedeflere ve temennilere geçilmektedir. Detayları gelecek yazıların konusu olacağından sadece birkaç belirleme yapalım. Öncelikle teşhislerin çoğu hatalı temennilerin ve hedeflerin çoğu ise Türkiye kapitalizminin, tıknefes ekonomimizin, yapısal kısıtları göz önüne alındığında ulaşılamazdır. İkincisi ise plan niteliği olmayan ve kalkınma hedefi gütmeyen önceki kalkınma planları gibi içsel tutarlılığı yoktur. 

Kıdem tazminatına geri dönelim. Hükümet yanlısı sendika konfederasyonunun sözcülerine bile “artık biz de sinirliyiz” naraları attıracak kadar ciddi bir sorundur kuşkusuz. Denilebilir ki halihazırda işçi sınıfının çok küçük bir bölümünün yararlanabildiği bir olanak için bu kadar tantana çıkarmak uygun değildir. Açıkçası bu saflık olacaktır, bazı zinde sendikaların da açıkladığı gibi bu Türkiye İşçi Sınıfı için son direniş mevzisidir. Üç nedenle. Birincisi mücadele de facto için verildiği kadar de jure için de verilmelidir. Yasal mevzi önemli bir mevzidir. Her mevzi kaybı işçi sınıfında daha büyük bir moral çöküntüye yol açmaktadır. İkincisi de büyük bir krizin eşiğinde olan sermayedarlarımız şimdi orada burada birikmiş tüm fonlara göz dikmiştir. BES, Merkez Bankası ihtiyat akçesi, İşsizlik Sigortası Fonu; ellerinden hiçbir şey kurtulmamaktadır. Bu ölçüde ölçüsüzleşmiş ve pervasızlaşmış bir sermaye sınıfına sınırlarını bildirmek önemli olmalıdır. Üçüncüsü ise emekçilerin gelirlerinden kesilenler (adları her ne ise) emekçiler için helal, başkası için haramdır kuralının altını yeniden doldurabilmemiz gerekmektedir.