İnce uzun bacaklar üstünde yaylanarak / Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlamak

[Not: 1919 ile 1923 arasında bu topraklarda gerçekleşen devrimin niteliğiyle ilgili geliştirilen reddiyeci argümanlar tırnak içinde verilecektir, bu argümanlar kesinlikle bize ait değildir.]

“Aydın-Asker-Eşraf hareketiydi, bir burjuva devrimi bile değildi. Zaten ortada hesaba katılacak bir burjuvazi de yoktu.”

Tam tersine bir burjuva devrimiydi. Bu tezi ileri sürenler hem devrimlerin sosyolojisinden hem de eşitsiz gelişme yasasından bihaberdirler. Önce devrimlerin sosyolojisi, daha doğrusu devrimi yapanların sosyolojisi ile başlayalım. Elbette devrimi yürüten kadroların, ufku ve programı adına devrim yaptıkları sınıftan gelmeleri bir kural değil, tam tersine istisnadır. Bu hem burjuva hem de işçi devrimleri için geçerlidir. Lenin ne kadar işçiyse Mustafa Kemal’de o kadar sermayedardı. Zinoviev ne kadar emekçiyse Fahrettin Altay da o kadar kâr peşinde koşan kapitalist idi. Aslında bu tüm devrimler için geçerlidir. Devrimler bir sınıfın programı adına ama genellikle aydınlar tarafından yapılır yürütülür. Hatta devrimci dönemeçlerde ironik durumlar da ortaya çıkabilir. Örneğin 1789’da başlayan ve insanlığı bir yılda yüz yıl ileri götüren fırtınanın ilk adımlarında devrimci safların önünde aristokrasiden gelenler bile vardı; örneğin anadan atadan aristokrat Marki Lafayette hem Fransız Devrimi’nde hem de Amerikan Devrimi’nde ön sıralarda idi, bu her iki devrimin de gelişkin burjuva devrimleri olmaları olgusuna halel getirmedi. Devrimler garip dönemeçlerdir, cesaret ve hayal gücü yüksek olanları, bireysel sınıfsal kimliğini önemsizleştirerek ön saflara savurur. 

Ortada burjuvazi bile yoktu tezi ise külliyen saçmalıktır. Tarihsel ve siyasal süreçler eşitsiz gelişirler. Bir sınıfın siyasal programı ve programı yüklenen siyasal kadrolar, söz konusu sınıfın hem niceliksel hem de niteliksel azgelişmişliğine tezat bir gelişmişlik sergileyebilir. Diğer bir deyişle ortada bolca burjuva yok iken, kapitalizmin gelişimi müthiş bir azgelişmişlik sergilerken bile tarihsel ve iç içe geçmiş şartların zorlamasıyla ortaya çıkan bir siyasal kadro burjuvazinin iktidarına giden devrimi başarabilir. Aynı şey işçi sınıfının adına yazılan devrimler için de geçerlidir. Bu türden bir eşitsiz gelişimi anlamaz isek bize Kemalist Devrim bir tür aydın komplosu, Bolşevik Devrimi ise bir tür darbe gibi görünecektir, ki gaflet durumudur. Her ikisi de büyük devrimlerdir. Her ikisinde de aydınlar ön saflardadır. 

“Belki burjuva devrimiydi ancak hem aydınlanmacılığı hem de anti-emperyalizmi güdüktü.”

Burjuvazinin devrimlerinin yarattıkları düzenin daha baştan bazı açılardan güdük kalması burjuvazinin bir sınıf olarak hem korkak olmasından hem de kendi vaatlerine bile kolayca ihanet edebilme kapasitesinin yüksekliğinden kaynaklanır. Ancak onun programını iktidara getiren aydınların suçu değildir bu. Burjuvazinin tarihsel dönekliğinden, 1919 ile 1923 arasında sinmiş, emperyalist yeniden paylaşım planlarına teslim olmuş gibi görünen yorgun ve yoksul halkı seferber eden, seferber ederken ipi, idamı ve sürgünü göze alan Kurtuluş’çular suçlu değildir. Tam tersine onlar aydınlanmacı idi. Köhneleşmiş ve tıkanmış bir arkaik yapının içinden bir modernizasyon ve aydınlanma programı çıkardılar. Anti-emperyalizmi güdük imiş? Sevr’i yırtıp attılar, daha ne yapsınlar. Sevr mi? Emperyalistler arası paylaşım anlaşmaları tarihindeki en yüzsüz en soysuz örneklerden biridir. Boşa çıkarılmasının şanı ve şerefi Kara Kalpaklılara aittir. 

“İkinci sınıf bir gücü, o da zorla yendiler. Oniki adaları, Musul’u ve Hatay’ı bile almadılar.”

Evet alamadılar. Devrimciler her şeyden önce yarattıkları devrimci rejimin güvenliğinden endişe duyarlar. Devrimci iktidar nezdinde iktidar coğrafyadan önemlidir. Lenin değil miydi Bolşevikler içindeki çatlak seslere rağmen henüz nahif ve güçsüz Sovyet iktidarını garanti almak için Ukrayna’dan, Beyaz Rusya’dan ve Kafkasya’dan vazgeçilmesi gerektiğine inanan? Bu Lenin’i hain mi yaptı? Öyle ise Kuvvacıları da bazı toprak fedakârlıklarında bulunmuş olmak hain veya değersiz yapmayacaktır. 

Gelelim ikinci sınıf bir gücü yenme masalına. Bu tezi ileri sürenler 1919’da Yunanistan’ın İzmir’i işgalinin hemen ardında ortaya çıkan güçler dengesini ciddiye almamaktadırlar, oysa almaları gerekirdi. Yunan Ordusu nerdeyse Polatlı’ya kadar görece çok rahat geldi. Nasıl geldi? Çünkü karşıda düzenli bir ordu bile yoktu. O olmayan ordu Kurtuluş’u gerçekleştiren kadrolar tarafından neredeyse yoktan yaratıldı. Yoktan yaratılan ordu İngiliz emperyalizmin silahla, parayla desteklediği ve donattığı bir ordunun karşısına çıktı. Daha baştan eşitsiz bir savaştı. Yunan ordusunun Anadolu’nun içlerinde ilerledikçe lojistik ve ikmal sorunlarıyla karşılaştığı, sürekli arkadan ve yandan vurulduğu bir yere kadar doğrudur; ancak yeter sayıda işbirlikçisi de vardı. 

“Bolşevikler destek verdiyse kara gözleri veya karakaşları için vermedi.” 

Tabii ki bahsedilen nedenlerden dolayı vermedi. Bolşevikler o zamanlar en büyük tehdit olarak gördükleri İngiliz Emperyalizmine karşı müttefik arayışındaydılar. Kemalist Devrim’de bunun nüvesini gördüler. Aralov’u ve sonrasında Frunze’yi Anadolu’ya ortak bir cephe oluşturmak göreviyle gönderdiler. Miktarı ve tutarı çok olmasa da anlamlı yardım ve destekler ortak cephe için verildi. İşbirliği bölgede İngiliz Emperyalizmi için ciddi bir bariyer oluşturdu. Örneğin Bolşevikler Kafkasya’da teşekkül etmiş bulunan İngiliz kuklası burjuva hükümetleri tasfiye etmek istediklerinde Kemalist rejim tereddüt etmeden destek verdi. 

“Mustafa Suphi ve yoldaşları katledildi. Dersim acısı yaşandı. Toprak reformu bile yapılamadı.”

Bunlar çok yerinde eleştiriler. Burjuvazi kendi devrimlerinden bile çabucak çark eden bir sınıftır. Kemalist Devrim’in de sosyalistlere karşı duruşu ve bakışı genel olarak soğuk, bazı durumlarda tehditkâr olmuştur. Genel olarak sosyalistlerin devrim sürecine eklemlenmesine izin verilememiştir. Buna tek kanıt Mustafa Suphi olayı değildir; daha solda bulunan Yeşil Ordu’nun tasfiye süreci de buna şahitlik etmektedir. Üstelik burjuvazinin ulus devleti inşa süreci zımni bir şiddet içerir. Ve üstelik burjuva devrimleri isteseler de sonuna kadar cesur olma şansına sahip değildirler. Nitekim diğer burjuva devrimlerinin (örneğin Meksika ya da 1908 İran Devrimi’nin aksine) toprak reformunu bin kere sözünü verdikleri halde gerçekleştiremediler. Kemalist kadrolar devrimi yürütürken toprak ağalarıyla ittifak yapmışlardı, toprak sahibi sınıflar toprak reformu yolunu sürekli tıkadılar.

Herhangi bir burjuva devrimini sosyalist eleştiriye tutmak zorunludur. Ancak bunu yaparken tarihsel ilerici rolünü küçümsemeden, onun yarlığını bile reddeder hale getirecek akıl dışı refleksler geliştirmeden, hakkını teslim ederek yapmak hem sosyalistlerin görevidir hem de hakkaniyetin gerektirdiği yoldur. 

“Kenan Evren de Kemalist idi.”

Değildi; o CIA’nın “bizim çocukar”ındandı. Zaten uzunca süredir budanan cumhuriyetin kazanımlarından geride kalanları da yok edecek en önemli merhalenin mimarı cuntacı bir generaldi. Aydınlanmacı değildi, anti-emperyalist hiç değildi, kesinlikle bağımsızlıkçı değildi. Onu da Kemalist olarak görmek İngiliz askerlerinin burnunun dibinde İstanbul’dan Anadolu’ya, Kuvvacılara silah kaçıran Karakol Cemiyeti’nin yiğit üyelerine, Malta’ya sürgüne gönderilen vatansever aydınlara, idam fermanını boynuna asarak İngiliz silahlarının gölgesinde Sultanahmet’te mitinge çıkan Halide’ye ve diğerlerine küfür etmek anlamına gelmez mi? Ya da onları bir kenara bırakın, ağızlarında Kemalist bağımsızlıkçı sloganlarla idama yürüyen Denizlere, Yön ve Kadro dergilerinin solcu vatansever aydınlarına, 6. Filo Defol diyenlere kara çalmak anlamına gelmez mi?

“Faşizan bir tek parti diktatörlüğü tesis edildi.”

Ne yazık ki bu tezi ileri sürenler bir burjuva yönetim durumu olarak demokrasinin ne anlama geldiğini de bilmiyorlar. Devrimci dönüşümlerde devrimci cephe safları geniş tutmak ister (hem siyasal hem de stratejik bir gerekliliktir). Üstelik devrimci durumun varlığı söz konusu cephe içinde kontrolün ve baskının yokluğuna, cephenin çok sesliliğine ve çok yönlülüğüne işaret eder. Demokrasi ise baskının olmaması durumu ve çok sesliliktir. Birinci Meclis’in tutanaklarına bakınız; Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde hiç bu ölçüde çok sesli, bu kadar çok yönlü bir meclis gördünüz mü? Has demokrasi ancak devrimci durumlarda ortaya çıkmaktadır. Oysa vulgar ve soysuz burjuva siyaset bilimi bunu görmez, ona göre demokrasi parti sayısı ile doğru orantılıdır. Yoz ve akıl dışı bir bakış açısıdır. Tek parti her durumda faşizme işret etmez, tıpkı çok partinin her durumda demokrasiyi işaret etmeyeceği gibi. Faşizm ise yerleşmiş bir kapitalist devletin önemli bir boyutu, derinliklerinden gelen bir eğilimidir. Oysa bahsi geçen dönemde ne oturmuş bir kapitalist devlet vardı ne de gelişkin bir burjuva yönetsel mekanizması. Bu tezi ileri sürenler ne demokrasiyi biliyorlar ne de faşizmi.

 “Olmasaydı da olurduk.”  

Olurduk da nasıl olurduk bilemem? Yıllardır liberal aydınlardan, bir bölük Kürt aydından, İslamcılardan ve hatta bazı”solcular”dan oluşan bir garip heterojen cephe bunu ima edip durmaktalar. İki anlamda gericiliktir. İlk olarak tarih önce özgüven verir. Bir devrimi yapabilmiş olmak bir halkın en önemli özgüven kaynaklarından birdir. Kısa düşse de, gücü her şeye yetmese de o bir devrimdir. Bu rezil iddiayı ortalara atmak Mangal Dağı’nda, Dumlupınar’da, Tınaztepe’de, Belentepe’de ölen aydınlara, subaylara, yoksul Türk ve Kürt çocuklarına hakaret etmek anlamına gelmektedir, izin verilmemelidir. Bir halkın elinden devrimini almaya kalkmak onu özgüvensiz bırakmak anlamına gelecektir. Zihnen ve moral olarak onu geriye götürmek anlamına gelecektir. Gericiliktir. İkincisi bir halk için bir kere devrim yapabilmiş olmak bir defa daha yapabileceğinin göstergesidir. Onu reddetmek, aşağılamak olsa olsa bir halkı devriminden habersiz bir karanlığa itmektir. Gericiliktir. 

Bir gün Sosyalist Cumhuriyete dönüşmesi umuduyla; yaşasın Cumhuriyet!