Emperyalizmin ipinde bir garip ülke: Suud'un Arabistan'ı

Cemal Kaşıkçı cinayeti henüz tüm yönleriyle açığa kavuşturulamadı. Cinayet, ki Suudiler de cinayet olduğunu kabul ettiler, Suudi Arabistan’ı ve özellikle de veliaht prensi tüm dünyanın gündemine oturttu. ABD emperyalizminin sözcüleri, bölgedeki en önemlisi uydularıyla ipleri bir anda koparmak istemediklerinden, oldukça temkinli açıklamalar yapmaktalar. Diğer taraftan Avrupalılar ağız birliği etmişçesine üst perdeden kınamakta ve yaptırım çığlıkları atmaktalar. Türkiye ve AKP mi? Olay burada oldu ama pek istiflerini bozmadılar, sanki başka bir ülkede cereyan etmiş gibi davranmaktalar. Suudi yetkililerin olayın üzerine ciddiyetle eğileceğinden kuşkuları yokmuş. Hangi Suudi yetkililer? Adamı başkonsoloslukta hal edenler mi?  Şimdi de körfez ülkeleri başka bir koro oluşturmuş durumdalar, irili ufaklı bütün şeyhlikler ve sultanlıklar Suudi Arabistan’ın değerli, veliaht prensin ise daha da değerli olduğunu tüm dünyaya ilan ettiler. Başkaları da eğer bu bir istikrarsızlık unsuru olarak kullanılırsa bu işten İran’ın nemalanacağını da vurguladılar. Körfezin tüm gericileri birleşin! 

Sahi bir ülke nasıl bu kadar pervasız olabilir? Ancak Suud’un Arabistan’ının tarihinden gelen bir pervasızlık bu. Ama herkese yönelik değil, sadece gücünün yettiğine. Tarihi demişken, bir anakronizm, bir tarihsel uyumsuzluk gibi duran bu ülke nasıl bu günlere geldi? 

Diriya Necd çölünde küçük bir vaha yerleşimdir, tıpkı çöldeki diğer yerleşim bölgeleri gibi. Bugün Suudi Arabistan’ın başkenti olan Riyad’a pek yakındır. 1720’de aileler arası ve aile içi savaştan Mikrin oğlu Suud galip çıkarak Diriya emiri oldu. Bu arada tarihin bir cilvesi olacak kuzeydeki Uyaina’nın yeni emiri babasının kadısı Şeyh Muhammed bin Abdülvahab’ı kovdu. Bu ikisinin yolu kesişti ve Hanbeli Sünniliğin en tutucu, en gerici kanadı olarak Vahabizm Suud ailesinin kurucu ideolojisi haline geldi. Vahabizim yasa ve yönetimin bütünüyle Kuran’a uygun olmasını emreden, akıl yolunun şeytanın yolu olduğunu ilan eden, evliyalara ve dini ululara gösterilen saygının bile Allah’a şirk koşmak anlamına geldiği için büyük günahlar olduğuna inanan bir fanatizmdi. Bir yazarın yorumuna göre Vahabilik nezdinde Vahabi olmayan Müslümanlar Hristiyanlar ve Yahudilerden bile kötüdürler. Bu nedenle olsa gerek Suudilerin Arabistan yarımadasında diğer kabilelere, Osmanlılara ve Mekke’deki Haşimi şeriflere karşı iktidar savaşı aynı zamanda Vahabiliğin kutsal savaşına dönüştü.  Vahabi Suudilerin şansına onlar sahneye çıktıklarında Arabistan ciddi bir siyasi bölünmüşlük sergiliyordu: Osmanlı sadece Hicaz’da Mekke, Medine ve Cidde’yi de içeren dar bir kıyı şeridini tutmaktaydı, bir de Necd Çölü’nün doğusunda küçük bir bölgeyi. Arada kalan koca alanda kabileler birbirlerini yemekteydi. Vahabi Suudiler bu ortamda egemenlik alanlarını giderek genişlettiler. Genişleme kan ve katliamla birlikte yürüdü. Örneğin 19. Yüzyıl’ın başında Irak’ın güneyinde Şiiler için kutsal Kerbela ele geçirildi ve nerdeyse tüm halkı katledildi. İmam Hüseyin’in türbesi tarumar edildi. En sonunda şerifleri kovarak Mekke’yi de ele geçirdiler ve deyim yerindeyse yağmaladılar. Tarihçiler bu dönemi I. Suudi Devleti dönemi diye adlandırmaktalar. 

Ancak işler bundan sonra iyi gitmedi. Çünkü İngiliz emperyalizmi bölgeye yerleşiyordu ve özelikle Körfez ve Umman’da kendi egemenlik alanını yaratıyordu. Büyüyen Suudi saldırganlığı bölgedeki çıkarlarını tehdit ediyordu. Bu arada Mısır’da Hidiv Kavalalı Mehmet Ali’nin gücü yükselişteydi. Sultan II. Mahmut Arap yarımadasına müdahale isteyince Kavalalı Mısır güçleriyle yarımadaya saldırdı. Sonunda oğlu İbrahim (hani nerdeyse İstanbul’u ele geçirecek kadar Anadolu içlerinde ilerleyen İbrahim) Suudi güçlerini peş peşe yenerek 1818’de Diriya ve Riyad’ı ele geçirdi. Böylece I. Suudi Devleti’nin sonunu getirdi. Suud ailesinden 400 kişiyi Kahire’ye sürgüne götürdü. Suud emiri Abdullah’ı ise önce Kahire’ye götürdüler, sonra da İstanbul’a naklettiler. Abdullah önce sokaklarda gezdirildi, sonra da başı vuruldu. Böylece Kavalalı-Osmanlı-İngiliz Emperyalizmi ittifakı kısa süreliğine de olsa tehdidi savuşturmuş oldu. Ancak kısa bir süreliğine; çünkü Kavalalı ile Osmanlı mücadelesi başladı ve Mısır güçleri yarımadadan çekildi. Kahire’deki sürgünden kaçan ailenin önde gelenleri ortaya çıkan siyasi boşluğu bir kere daha iyi değerlendirdiler ve Arabistan’ın büyük bir bölümünde yeniden egemen oldular. Bu arada emperyalizmin kırmızı çizgisini daha önce test etikleri için bu defa uyuşma yoluna gittiler. İngilizlerin Aden, Umman ve Körfez’deki çıkarlarına dokunmadan ve hata onların desteğini alarak II. Suudi Devleti’ni kurdular. Ancak bu defa da aile içi çatışmalar devreye girdi, kanlı hesaplaşmalar sonucunda egemenliği ellerinde tutamadılar. 19. Yüzyıl’ın son çeyreğinde ezeli rakipleri Raşidi ailesi tarafından yerlerinden edildiler ve Katar’a (hani şu sıralar ambargo uyguladıkları Katar’a) sürgüne yolandılar. Sürgüne gidenler arasında bugünkü Suudi krallığının kurucusu genç Abdülaziz de vardı. 

Abdülaziz Katar emirinin de desteğiyle ve Raşidilerin iç bunalımından yararlanarak askeri güçle geri döndü ve 1902’de Riyad’ı ele geçirdi. Bu arada dünya emperyalistler arası kanlı bir mücadeleye doğru sürüklenmekteydi ve kimse bölgeyi umursamıyordu. Abdülaziz egemenlik alanını genişletti. I. Dünya Savaşı başladığında İngiliz emperyalizmi bölgedeki yerel güçleri Osmanlı egemenliğine karşı kullanmaya başladı. Pragmatik İngiliz emperyalizmi bu süreçte aslında birbirlerinin ezeli düşmanı olan Sudilerle Mekke şerifini aynı anda Osmanlıya karşı harekete geçirdi. Bu arada emperyalist yazının efsaneleştireceği isimler, Lawrence, Gertrude Bell ve hatta Scott Philby (ilginçtir, Suudilere askeri danışmanlık yapan Scott Philby yıllar sonra KGB ajanı olduğu ortaya çıkacak olan Kim Philby’nin babasıydı) bölgede rakip Arap güçleri arasında fink atmaya başladılar. Savaş bittiğinde ve Orta Doğu İngiliz ve Fransız emperyalizmleri arasında paylaştırıldığında Arap yarımadası doğrudan değil ama dolaylı olarak İngiliz egemenlik alanına dönüştü. Ancak henüz petrol önemli bir unsur gibi görülmediğinden İngiliz emperyalizmi dikkatini özel olarak Irak, Filistin ve Ürdün’e yoğunlaştırmıştı. 

Bu ortamda Abdülaziz bölgede egemenlik alanını genişletmeye devam etti. Sonunda 1925 yılında babası Hüseyin’in ölümü üzerine Mekke’de şerifliği devralan Ali’yi kovdu. Haşimi egemenliği Arap yarımadasının dışına itildi. Haşimiler ise İngiliz emperyalizminin ihsanıyla Ürdün’e gittiler. İngilizler aileden birini Ürdün, diğerini ise Irak kralı olarak atadı. Abdülaziz kutsal kentleri de alınca Hicaz ve Necd’in ve hatta daha doğuda Hasa’nın tek hakimi oldu. Yemen’in kuzeyindeki Asır bölgesini de zorla ele geçirince bugünkü Suudi Arabistan’ın sınırlarına ulaşılmış olundu. 

Diğer taraftan Orta Doğu’nun kaderini değiştirecek, bir lanet gibi onun sırtına yapışacak dönüşüm başlamak üzereydi. Savaş sırasında Yeni Zelandalı bir asker Frank Holmes Orta Doğu’da İngilizler namına petrol için ön yoklama yapmaya başladı. Ancak İngiliz emperyalizmi daha çok petrol bulunduğunu düşündüğü Körfez, İran ve Irak ile ilgileniyordu. Suudiler böylece yükselen Amerikan emperyalizminin payına düşmeye hazır bekliyorlardı. 1925’de Amerikalı bir mühendis, Karl Twitchell Arap yarımadasının doğusunda jeolojik araştırmalara başladı. Yüksek petrol rezervlerine dair raporunu ABD’nde sundu. Böylece Suudi Arabistan emperyalizmin ipi üzerinde yürümeye başladı. ARAMCO’ya dönüşecek şirket bu yıllarda kuruldu. ARAMCO ise daha sonra Amerikan emperyalizminin bölgedeki en asli varoluş şekline dönüştü. Şirket 1939 ABD’ne ilk petrol nakliyatını gerçekleştirdi. 1945’de Yalta dönüşü F.D. Roosevelt Abdülaziz’i seyahat ettiği kruvazörde ağırladı ve petrol arama haklarının Amerikan şirketlerine verilmesini garanti altına aldı. Böylece Amerikan emperyalizmi bölgedeki egemenliği İngiliz emperyalizminden devralmış oldu. ARAMCO kuruldu ve emperyalizmin pragmatik çıkarları bölgede en keskin ifadesini bir tür tarihsel ucube olan Suud’un Arabistan’ında buldu. ARAMCO Suudi kraliyet ailesinin hem korudu hem besledi. Bolca yabancı işçinin çalıştırıldığı rafineri ve sondaj alanlarında yabancı işçiler emek hakları ve çalışma şartları için ayaklandıklarında Suudiler borçlarını yabancı işçileri darp ederek, sürerek ve öldürerek ödediler. 

Kapitalizm tarihsel olarak eşitsiz gelişir. Bazı durumlarda en geri ve en arkaik unsurları bile sermaye birikimine eklemleyebildiği ölçüde ayakta tutar. Suudi Arabistan’ın emperyalist kapitalizmle ilişkisi budur. Tıpkı ırkçı rejim dönemi Güney Afrikası gibi. Suud’un Arabistan’ı II. Savaş sonrasında yine tıpkı Güney Afrika veya İsrail gibi emperyalizmin ileri karakoluna dönüşmüştür. 

Örneğin 1950’lerin ortasında Yemen’de cumhuriyetçi radikaller ayaklandığında monarşi lehine askeri müdahalede bulunmuştur. Hatta burada cumhuriyetçi ulusalcıların yanında saf tutan Nasır ve Mısır ile nerdeyse doğrudan çatışmaya girecek duruma gelmiştir. Yine İngilizler 1960’larda Aden’i (Güney Yemen’i) terk ettiklerinde iktidara gelen devrimci Marksist unsurlara doğrudan askeri müdahalede bulunmuştur. Umman’da Dofar bölgesinde solcu ulusal kurtuluş cephesi isyan ettiğinde tüm mali ve askeri desteğiyle Umman Sultanlığı’nın yanında yer almıştır. Baasçı devrimlere karşı sürekli açıktan ve gizli bir mücadele sürdürmüştür. 

1974’deki petrol ambargosu ile iyice zenginleşen Suud sülalesi (halkı zenginleşmedi çünkü tüm petrol gelirleri sayısı 4-5 bini bulan aile üyeleri ve klan şefleri arasında paylaştırılıyordu) özelikle uluslararası arenada daha müdahil hale geldi. 1979’de gerçekleşen iki olay ise Suudi rejimini emperyalizm için daha da değerli hale getirdi. İran devrimi ile birlikte bölgede büyüyen İran etkisi ve Şii radikalizmine karşı en önemli mevzilerden biri Suud’un Arabistan’ı oldu. Diğer taraftan aynı yıl Sovyetler Birliği iktidardaki güçsüz solcu hükümeti desteklemek için Afganistan’ı işgal etti. Böylece CIA ve Suudiler Sovyetlere karşı savaşan mücahitlere hem insan, hem silah hem de para yardımı yapmaya başladılar. Önce yerel şefleri destekleyen Suudiler daha sonra tüm desteklerini Taliban’a yönelttiler. Bu süreçte dolaylı olarak ekserisi Suudi Arabistan’dan giden cihatçı savaşçıların oluşturduğu El Kaide’yi de beslemiş oldular. Yıllar sonra Çeçen ayrılıkçı güçlerini de Suudiler finanse edeceklerdi. Baasçı Irak’ın İran’a saldırısının ardında Amerikan emperyalizmi kadar Suudilerin desteği de vardı (Aslında Baas ideolojisinden nefret eden Suudilerin de emperyalistler kadar pragmatik olabileceğini kanıtlayan bir adımdı). 1991’de Irak Kuveyt’i işgal etiğinde topraklarındaki Amerikan askeri sayısı muazzam artı ve Irak özelikle Suudi topraklarından vuruldu. 2003’de Amerikan emperyalizmin Irak’ı istilası sürecinde en önemli araçtı Suud’un Arabistan’ı. Suriye’nin istikrarsızlaştırılması ve iç savaş sürüklenmesi sürecinde Suudilerin katkısı yine çok büyüktü. 

Her bir adımda emperyalizm tarafından daha da şımartıldı ve arkaik toplumsal ve siyasal yapısına rağmen beslendi, büyütüldü, ayakta tutuldu. Görünüşte modernleştirilen devlet yapısı bile Suud’un kabile devleti yapısını değiştirmedi. Tüm yönetim prensler ve akrabaları arasında paylaştırıldı (örnek olsun Kaşıkçı cinayeti ile gündeme iyice oturan veliaht Prens Muhammed bin Selman hem başbakan yardımcısı hem de savunma bakanıdır, diğer bakanlıklar ve yüksek postlarda da bolca prens ve şeyh bulunmaktadır). Böylece aile üyeleri modern bir burjuva devletindeki bakanlıklara atandılar ve buna da modernizasyon dendi. 

Suud’un Arabistan’ı yağma ve talan ile doğdu. Doğarken dinsel bir fanatizmi bayrak yaptı. Ancak gerçek dünyanın gerçek güç ilişkileri Suud’un Arabistan’ını imansız ve kafir bir emperyalizmin ipinde yürümeye zorunlu kıldı. Bundan pek de hicap duymadı; hata minareyi kılıfa uydurdu. Emperyalizm onu besledikçe pervasızlaştı ve fütursuzlaştı.