'Ecstasy of Gold'

Kültürlü çevrelerimiz genellikle western filmleri düşük kültür ürünleri olarak görürler. Aslında Hollywood kültür emperyalizminin ürettiği western filmlerin büyük bir çoğunluğunun arka temasını oluşturan yerli Amerikalı düşmanlığı sanki bu önyargıyı haklı çıkarmaktadır. Ancak yine de kendi başına maruf olağanüstü bir türdür. Aydınların geniş kitlelere hitap eden kültür ürünlerinde her zaman bir “düşük”lük görme refleksini bir kenara bırakırsak bu tür altında oldukça görkemli yapıtlar ortaya çıkarılmıştır.

Örneğin büyük yönetmen John Ford'un Posta Arabası (Stagecoach) bence hâlâ bir başyapıttır, hem de başrolünde Amerikan aşırı sağının idolü olan ve birazdan bahsi geçecek Clint Eastwood ile birlikte en kalas oyunculuk makamı için yarışan John Wayne’in oynamasına rağmen. Yerli yerleşim bölgesinden geçmek zorunda olan bir posta arabasına sıkışıp kalmış bir grup insanın ölüm korkusuyla baş etme çabalarını konu edinmektedir. Yolculuk boyunca birbirlerinin günahlarına ve zaaflarına vakıf oluruz; müthiş bir gerilim-dramadır.

Ancak western adı altında daha ilginç bir alt tür türemiştir. ABD’de vergi oranlarının yüksekliği, western türü için kurulan çekim platolarının yüksek maliyeti ve sinema işgücünün göreli yüksekliği özellikle 1960’ların başından itibaren western türünün üretim yerinin ironik bir şekilde vurgulanan sorunlar konusunda olumlu şartlar sağlayan İtalya’ya kaymasına yol açmıştır. Böylece ortaya Spagetti Western dediğimiz tür çıkmıştır. Ancak adına bakıp da Hollywood westerninden daha düşük ve kötü olduğunu zannetmeyin; tam tersine western tarihinin en kült filmleri bu ortamda çekilmiştir.

Örneğin büyük yönetmen Sergio Leone’nin çektiği bir dizi Spagetti Western hâlâ türünün en iyilerindendir. Örneğin Bir Avuç Dolar İçin ve Onu Yükseğe Asın gibi. Ancak konumuzla asıl ilgisi olan Sergio Leone’nin başyapıtı İyi, Kötü ve Çirkin’dir. Hâlâ western aşıklarının çoğuna göre çekilmiş en iyi westerndir. 1966’da İtalya ve İspanya’da çekilmiştir. Filmde (John Wayne kadar kalas) Clint Eastwood İyi’yi, Belçika kökenli Lee Van Cleef Kötü’yü ve oyunculuk namına müthiş bir tirat sunan Eli Wallach ise Çirkin’i oynamaktadır. Filmi konusu kadar müziği de kült hale getirmiştir. Müzikler Ennio Morricone’ye aittir. Konumuzla ilgili olan ise filmin sonlarına doğru iç savaşta öldürülen Kuzeyli ve Güneyli askerlerin mezarlarının bulunduğu daire şekli arzeden bir mezarlıkta geçen sahnedir. Çirkin (Eli Wallach) içinde Kuzeylilerden çalınmış altınların bulunduğu mezarı aramaktadır; filmin en görkemli sahnelerinden biridir. Önce yavaş adımlarla, sonra koşarak döne döne mezarı arar. Nerdeyse altın şehvetiyle bir akbaba gibi mezarların ve cesetlerin tepesinde hızlanarak döner. Suratı dinmeyen bir açlığı ve dinmeyen bir sevinci dışla vurmaktadır. Daha hızlı koştukça arzusu ve açlığı artmaktadır. Arka fonda ise Ennio Morricone’nin efsanevi “Ecstasy of Gold”u [Altın Coşkusu] çalmaktadır. Müzik ve Wallach müthiştir. Aslında insanoğlunun altına karşı doymak bilmeyen açlığını ve bu açlık uğruna göze alabileceklerini çarpıcı bir şekilde anlatmaktadırlar, hem Wallach hem de Morricone. 

Potosi bahtsız bir kenttir Bolivya’da. Sömürgenlerden saklayamayacağı kadar zengin, kendini koruyamayacak kadar fakirdir. İspanyol sömürgecilerin daha 16. yüzyılda iliğini kemiğini sömürmeye başladıkları bir bahtsız kenttir, bahtsızlığı büyük gümüş rezervlerine sahip olmasıdır. Kimseden saklayamadığı bu zenginlik Potosi’nin yazgısını belirlemiştir. Bugün Bolivya fakirdir, Potosi ise daha da fakirdir. Söz konusu fakirlik sadece insanına mahsus da değildir üstelik, doğası fakirdir, ekonomisi fakirdir. Yaklaşık beş yüz yıldır sömürgenlerin gümüşe karşı bitmek bilemeyen açlığı Potosi’yi bir tür çöle çevirmiştir, hem de içinde bulunduğu kıtanın doğal zenginliğine inat. Bugün Potosi’de hâlâ gümüş çıkarılmaktadır, insan gücü bol ve ucuzdur. Nerdeyse 16. Yüzyıl’dan kalma bir çalışma sistemi ile zavallı Potosililer toprağı köstebekler gibi kazmakta ve geriye kalan gümüş kırıntılarını aramaktadırlar. Yukarıdaki fotoğraf Potosi’nin günümüzdeki halini göstermektedir. Doğa yoktur, insan yoktur ve gelecek yoktur. 

Altın ve gümüş insanlık tarihi boyunca durmadan kısa yoldan ikbal ve zenginlik arayışını tetiklemişlerdir. Bu konuda kuşkusuz altın gümüşten çok daha çekicidir. Aslında her iki metalin de zenginliğin ve değerin, ve gücün biriktirilmesi dışında medeniyetin zorunlu altyapısına hiçbir katkı sunmadıkları daha baştan belirtilmelidir. Örneğin ne altın ne de gümüş demir, bakır, kalay, çinko ya da nikelin medeni uygarlığımız açısından oynadıkları rollere sahiptirler. Kısacası medeniyetimizin ayakta kalması için elzem, yani zorunlu değildirler. Aslında insan hareketliliğini her tetiklediklerinde kanla, vahşetle ve yağmayla süslenen bir tarihe imza atmışlardır. Hiçbir hayırları ve faydaları olmamıştır. Örneğin her “Altına Hücum” (Gold Rush) arkasında az sayıda kısa zamanda zenginleşen ve zenginleşirken diğerlerinden çalan soysuz ile çok sayıda kurban bırakmıştır. Traven’in Altına Hücum romanı bu lanetli hikayeyi müthiş anlatmaktadır. Kadim zamanlarda dere yataklarında veya akarsu kenarlarında rastlanan altın filizleri birden insan hücumuna yol açardı. Maceraperestler bir elek, bir kürek ve birkaç katır ile kasırgaya kapılır ve hücuma kalkarlardı. Emin olun onlardan çoğu sahipsiz mezarlarda yatmaktadır, asıl onların çıkardığına zorla veya düşük fiyatlarla el koyanlar köşeyi döndüler. Bu bir tür lanet idi kuşkusuz.  

Zamanla altın madenciliği gelişti, katırlı, elekli ve kürekli maceraperestin yerini devasa maden şirketleri aldı. Bireysel suçun yerini ise örgütlü suç…Herkesin gönlünce mekan kurup altın arayacağı dere yatakları ve akarsu kenarları gitti, şirketlerin üzerinde arama hakkına sahip oldukları geniş araziler geldi. Altın ve gümüş arama teknolojisi de buna uygun şekilde gelişti. Artık eleğin yerini zararlı kimyasallar aldı. Elekle elenerek elde edilebilecek altın filizleri bitti ve altının özellikle kurumuş akarsu yataklarında veya göl tabanlarında başka metallerle bileşik halde bulunduğu ortaya çıktı. Aslında Altına Hücumu tetikleyen damarlar kadar olmasa da hemen her yerde, özellikle de akarsulara ve diğer su kaynaklarına yakın yerlerde toprak ve kaya parçalarının içine sinmiş damarlar bulundu. Böylece tonlarca toprak ve kayayı yerinden oynatabilecek ve taşıyabilecek devasa makineler icat edildi. Bu toprak parçalarının üstündeki doğal hayat veya yakınındaki su kaynakları masum ve insanın içini ısıtacak bir pastoral manzara sunabilirlerdi ancak altına açlığın önüne hiçbir şey geçemedi. Üretilen dev makinelerin toprağı ve kayayı öğütüp taşıyabilmesi için üstündeki doğal hayat yok edilmeliydi. Dağları bile Ferhat misali (ancak Ferhat’tan daha hızlı bir şekilde) delebilen ekskavatörler huruç etti, jeolojik zamanın milyonlarca yılda ördüğü doğal duvarları delmeye başladılar. Tonlarca toprak ve kayanın yer değiştirebilmesi için üstlerindeki tüm ağaçlar katledildi. Ağaçlarla birlikte tüm habitat dönüşü olmayan bir sürgüne gitti. Ekskavatörler ve kamyonlar işlerini rahatça yapabilirlerdi artık. Ancak iş doğayı altüst etmekle bitmiyordu. 

Buralardan elde edilen altın ve gümüş diğer metallerle bileşik oluşturmuştu. Dolayısıyla saf altın ve gümüşü elde etmek için basit elekten öteye bir şeye ihtiyaç vardı. Altın ve gümüş madenciliğinin sivri zekâlıları birden casus filmlerinden aşina olduğumuz siyanürü keşfettiler. Casus filmlerinde casuslara eğer düşman eline düşecek olurlar ise işkence altında sırları ifşa etmekten kurtulmaları için birer siyanür kapsülü verilirdi, ele geçtikleri anda kapsülü ağızlarına atar ve kırarlardı. Böylece sorguya girmeden çabucak mefta olurlardı. Siyanür böylece gönüllü intihar ile özdeşleşerek aklımızda yer etti. İşte bu lanetli bileşik hayatımıza bir kere daha başka bir formda girmek üzere. Altın ve gümüş barındıran tonlarca kaya siyanür ile yıkandığında geriye altın siyanit ya da gümüş siyanit kalmaktadır. Bundan sonra çeşitli teknikler ile altın siyanitten saf altın, gümüş siyanitten ise saf gümüş elde edilir. Böylece hacim başına altın oranı düşük olan toprak ve kaya parçalarından yeterincesi hallaç pamuğu gibi atıldığında, üstündeki yaşam alanları katledildiğinde yine de hatırı sayılır miktarda metrik ton cinsinden altın elde edilir. Böylece sermayenin açgözlülüğü toprağın ve kayaların derinliklerindeki az miktarda altını bile söküp çıkarabilme konusunda cevval olduğunu bir kere daha kanıtlar. 

Ancak burada bir güvenlik sorunu ortaya çıkmaktadır. Sorun ise sizin, benim ve doğa için bir sorundur. Altın madeni şirketi ve şirkete izin verenler açısından bir sorun yokmuş gibi görünmektedir. Tonlarca toprak ve kaya parçasını eriyik haline getirmek için yine tonlarca siyanür gerekmektedir. Oysa siyanür zehirdir. Dolayısıyla altın madenleri eskisi gibi metruk görüntüler sunmazlar, tam tersine doğayı deşmeye yarayan makinelerin yanında devasa depolar ve işleme tesisleri dikilir. Tonlarca siyanür güya güvenli depolarda muhafaza edilir. Ama işin fıtratında kaza riski vardır, öyle değil mi?. Örneğin büyük altın madeni kazaları diye bir arama yaptığınızda önünüze geniş bir liste gelmektedir. Tarihe göre dizilmiş listenin son iki sırasında biri Kanada’da diğeri ise Arjantin’de gerçekleşmiş iki kaza vardır. Özellikle ikincisinde sonuçlar oldukça vahimdir, 1072 kübik metreküp siyanit eriyik yakındaki bir ırmağa karışmıştır. İki kazanın da ortak yönü her ikisinde de sorumlu şirketin Kanada menşeili olmasıdır, tıpkı Kaz Dağları’na göz diken Alamos Gold Madencilik şirketi gibi.

Doğaya sızan siyanitin ise pek çok zararı vardır. Örneğin düşük miktarda siyanit bile hayvan ve bitki yaşamını oldukça olumsuz etkilemektedir. Diğer taraftan belirli bir seviyenin üstünde siyanitin topraktaki mikroorganizmaları yok ederek toprağın biyo-üretkenliğini yok ettiği de tespit edilmiştir. Dolayısıyla altın şehveti sadece ağaçları yok etmiyor, ağaçların tekrar büyümesini de imkânsız hale getiriyor. Sermaye zehir olup doğaya akıyor. 

Şimdi Kaz Dağları’nda son perde oynanmaktadır. Kaz Dağları’nda halihazırda pek çok ağaç kesilmiş durumdadır. Şirket ve şirkete izin veren hükümet, ve hükümet yanlıları sürekli güvence vermekte ve protestoları değersizleştirmek için türlü yoldan gitmekteler. Gerekli güvenlik önlemleri alınmışmış, siyanit altın bir masalmış, kesilen ağaçların yerine yenileri dikilecekmiş…Bu türden boş laflar herhalde bahsi geçen kazadan önce Arjantin’de veya yine 2000 yılında büyük bir altın madeni kazasına şahit olan Romanya’da da edilmişti. Romanya’da 100 bin metreküp siyanit eriyik yakındaki barajlara ve akarsulara karışmıştı. Ancak AKP yanlısı medya gardını almış durumdadır. Şimdi gardı alırken sıraladıkları tezlerden birkaçına değinelim. 

Efendim öncelikle bu ülkeyi zenginleştirecek bir adım imiş. Öyle değil tabii ki; genellikle altın madenine ev sahipliği eden değil çıkaran kazanır altın madenciliğinde. Potosi’yi unutmayın. Örneğin Gana ve Mali yıllardır sırtını altın madenciliğine dayamış iki fukara Afrika ülkesidir. Bunca zamandır ne zenginleşebildiler, ne de kalkınabildiler. İstihdam yaratılacakmış, külliyen yalan. İktisat jargonuyla gelişmiş madencilik sektörü artık yüksek düzeyde sermaye yoğundur, yani bol miktarda makine ve makineye nazaran çok az sayıda insan kullanır. Hele hele altın veya gümüş madenciliğinin yaratacağı ek istihdam devede kulaktır.  

Dünya altın madenciliği sektörünü esasen 10 büyük şirket yönlendirmektedir. Bunların ekserisi ABD, Kanada ve Avustralya menşeilidir. Bir iki tane de Apartheid döneminde köle emeğiyle semirmiş Güney Afrikalı şirket vardır. Kaz Dağları’na göz diken Alamos Gold en büyüklerden değildir ancak Kaz Dağları'nı yok ederek büyükler ligine girmek istemektedir. Bu şirketler son 20 yıldır özellikle Türkiye türünden ülkelere gözlerini dikmiş durumdadırlar. Sömürgeciliğin hortlaması değil ise nedir? Hem insana hem de doğaya düşmandırlar. Potosi’yi unutmayın ve Kaz Dağları'nın 10 yıl içinde Potosi’ye dönüşmesine izin vermeyin. Vermeyin ki Sergi Leone’nin Çirkin’i bir akbaba gibi sizin de tepenizde dönmesin.