Dünyayı değiştiren makine ya da 'Kahrolsun volan kayışı'

Bu yılın Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nde Mercedes-Benz sponsorluğunu yaptığı kısa bir filmi tüm dünya ile paylaştı. Kısa film otomobilin icatçılarından Carl Benz’in (Mercedes-Benz’in kurucusu) eşi Bertha Benz’in 1888’de eşinin icadı ile yaptığı 100 km’lik Mannheim-Pforzheim yolculuğunu konu edinmiş. Bu otomobil ile yapılan ilk uzun mesafeli yolculukmuş ve dünyayı değiştirdiğine inanılan makinenin tarihçileri bunun tarihi bir olay olduğunun altını çizmekteler. Kısa filmde Bertha, ve ona eşlik eden iki oğlu, anlaşılan yeni makineyi tanıtmak için uzun yolculuğu göze almışlar. Baden-Wrüttemberg eyaletinin kırsal kesiminde geçen seyahatin bir bölümü kısa film için yeniden kurgulanmış. Benz’in icadı (Benz Patent-Motorwagen Nr. 3) henüz günümüzün otomobillerinden çok motorlu bir üç tekerlekli bisikleti andırmaktadır. Aracı gören Alman köylüleri şok olmaktadır çünkü giden bir araba vardır ancak önünde at yoktur. Hatta kısa filmi çekenler enstantaneyi daha çarpıcı hale getirmek için şöyle bir sahne kurgulamışlar, atsız arabayı gören küçük bir kız yakındaki köye koşar ve “cadı geliyor” diye bağırır. Neyse, köye giren otomobilimsi birden (bıçkın bir şoför ağzıyla) istop eder ve bolca duman çıkarır. Bu arada atsız araba giderek büyüyen bir seyirci kitlesini çevresine toplamaktadır. Anlaşılan otomobil mekanizması konusunda kocası kadar mahir olan Bertha yağ deposu olduğunu tahmin ettiğimiz bir hazneyi kontrol eder ve yağın bittiğini anlar. Köyün küçük dükkânına girerek ve arabası için 10 litre yağ ister (o zamanın arabası ne kadar da yağ talep etmekteymiş öyle). Arabayı henüz görmemiş olan ve onu atlı araba zanneden dükkân sahibi bu kadar yağla atları zehirlemeyi düşünüp düşünmediğini sorar. Yağı alan Bertha oğlunun yardımıyla arabayı çalıştırır ve bir çalımla arabaya binerek seyahatine devam eder. Alman köylüler arabanın çıkardığı dumanın ardından bakakalırlar, hem de dünyayı değiştirecek makineye baktıklarının bilincinde olmadan. 

Mercedes-Benz yöneticileri kısa filmi kadınların cesaretine ve yaratıcılıklarına adadıklarını ifade etmişler. Oysa 8 Mart emekçi kadınlar günü idi değil mi? Kısa film ile ilgili devasa şirketin yönetim kurulunun kadın üyeleri ve bölge ofislerin kadın yöneticileri de konuşmuşlar ancak kimsenin aklına dünyanın herhangi bir yerinde Mercedes üretim bandında çalışan kadın emekçilerden birini konuşturmak gelmemiş. Neyse, o kadar da önemli değil. Ve böylece başlamış işte dünyayı değiştiren makinenin hikayesi…

“Dünyayı değiştiren makine”; çok iddialı bir niteleme değil mi? Bize ait değil, bir dönem otomobil endüstrisiyle ilgilenen kimseleri çok etkileyen, James Womack ve ekibi tarafından kaleme alınan bir kitabın başlığı aslında. 1984 yılında Asyalı ve özellikle de Japon otomobil devleri karşısında kan kaybeden Amerikan otomotiv endüstrisine can suyu olsun diye Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’ne bağlı olarak Uluslararası Motorlu Taşıtlar Programı kuruldu ve James Womack programın lideri olarak seçildi. 5 milyon dolar fonla 5 yıl çalıştılar (kitabın kapağında öyle yazıyor), ortaya bu kitabı çıkardılar ve adını “Dünyayı Değiştiren Makine” koydular (bu arada Amerikan otomotiv endüstrisini yine de kurtaramadılar). Peki dünyayı ne kadar değiştirdi acaba? Ya da ne yönde değiştirdi? 

Joel Bakan hem bir belgesel yapımcısı hem de bir aktivist. Önce “Şirket” başlıklı bir belgesel çekti, sonra da buradaki materyali kullanarak aynı isimle bir kitap yazdı, ve kitap Türkçeye de çevrildi (Joel Bakan, 2007, Şirket (çev. Rahmi G. Öğdül), Ayrıntı Yayınları). Ancak önce kitabın tam adını vermek gerekiyor; tam adı “ Şirket: Kâr ve Güç Peşindeki Patolojik Kurum”. Kitap kapitalist şirketlerin kâr ve güç peşinde koşarlarken ne ölçüde insanlık dışı, ne ölçüde çevre düşmanı ve ortak esenlik ve iyinin ne kadar düşmanı olabileceklerini örneklerle gözler önüne sermektedir. Kitapta anlatılan bir olayı özetleyelim. 

1993’ün yılbaşında Patricia Anderson 1979 model Chevrolet Malibu otomobiliyle dört çocuğunu yılbaşı için tertiplenen dini törenden eve götürmekteydi. Kırmızı ışıkta durdu ve yeşili beklerken başka bir araba Anderson’un arabasına arkadan çarptı. Anderson’un Chevrolet Malibu’su hemen alevlere büründü. Çarpan arabanın şoförü sarhoştu. Anderson ve dört çocuğu ikinci ve üçüncü derece yanıklarla kurtarılarak hastaneye kaldırıldılar. Üç çocuğun vücutları %60’ın üstünde yanıktı. Birinin elinin kesilmesi gerekti. Patricia Anderson Chevrolet Malibu’nun üreticisi General Motors şirketine dava açtı. Davacının avukatlarının temel tezi Chevrolet Malibu’nun yakıt tankının çarpmalara karşı korunaklı bir şekilde imal edilmediğiydi. Dava biraz uzun sürdü ve pek çok inceleme yapıldı. Nihayetinde Los Angeles Yüksek Mahkemesi Patricia Anderson’u haklı buldu ve General Motors’u tazminata mahkûm etti. Buraya kadarı pek normal, pek olağan gibi görünüyordu. Ancak mahkemenin yürüttüğü araştırma sırasında ortaya çıkanlar dehşete düşürücü idi. Araştırma sürecinde General Motors yönetiminin davaya konu olan modeldeki araz hakkında bilgi sahibi olduğu ve bu konuda hiçbir şey yapmadığı ortaya çıktı. Adı geçen modelde yakıt deposu ile arka tampon arasındaki mesafe yaklaşık 28 cm idi, oysa güvenli uzaklığın en az 44-45 cm civarında olması gerekiyordu. Üstelik yakıt deposuyla aks arasında koruyucu bir plakanın olması gerekiyordu ve adı geçen modelde yoktu. Azman şirket bunu bildiği halde 1979 yılında bu Malibulardan bir sürü üretmiş ve piyasaya sürmüştü. Hatanın bilincinde olmasına rağmen hiçbir aracı geri çağırmamıştı, ve nerdeyse yürüyen bomba haline gelen modelden pek çok aracın Amerikan otobanlarında cirit atmasına göz yummuştu. Peki ama neden geri çağırmamıştı? 

Sorunun cevabı da mahkemenin araştırma sürecinde ortaya çıktı. Azman şirketin muhasebe ve hukuk departmanları bir hesap yapmışlardı. Bu hesaba göre bahsedilen yakıt deposu sorunundan dolayı bir yılda ortaya çıkabilecek ölüm sayısı yaklaşık 500 kadardı (ne kadar da kesin hesaplamışlar değil mi?). Geçmişte mahkûm oldukları tazminatlara bakarak ölüm başına yaklaşık 200 bin dolar tazminat ödeyeceklerini tahmin etmişlerdi. 500 ölüme yapacakları toplam ödemeyi Amerikan otobanlarını hallaç pamuğu gibi atan General Motors imali otomobillerin sayısına (o dönemde yaklaşık 41 milyon) bölmüşler ve araç başına 2,4 dolar ödeyeceklerini bulmuşlardı. Diğer taraftan Patricia Anderson’un Malibu’su türünden tüm standart dışı, hasarlı araçları geri çağırmaları ve bunları standartlara uygun olanlar ile değiştirmeleri durumunda ise otobanlara sürdükleri araç başına 8,59 dolar ödeyeceklerini hesaplamışlar. İşte bu hesap ve aradaki fark Patricia Anderson’un ve çocuklarının kaderini belirlemişti. Patolojik bir kurum olarak şirket araçları geri çağırıp 8,59 dolarlık maliyete katlanmak yerine araçları trafikte tutarak 2,4 dolarlık olası maliyete katlanmayı tercih etmiş ve çok yerinde bir şekilde araç başına yaklaşık 6 dolarlık bir tasarrufa imza atmıştı. İnsanlar ölebilirmiş, amaan kimin umurunda? Önemli olan araç başına 6 dolarlık tasarruf değil mi? Kapitalist sermaye birikimi insan hayatını emmekte ve bitirmektedir. Dünyayı değiştiren makineymiş; Bertha Benz bunu görse Alman kırlarında zavallı Alman köylülerine toz yutturarak çalım satar mıydı acaba?

Dünyayı değiştirdiği, ya da en azından gündelik hayatımızı ve yaşam ortamımızı değiştirdiği reddedilemez bir gerçektir. 2015 yılında dünya otoyollarını aşındıran otomobil sayısı yaklaşık 950 milyona ulaştı. Oysa 2005 yılında sayıları 654 milyon civarındaydı. Kısacası 10 yıllık bir süre içinde sayıları 1,5 katına çıktı. Aynı dönemde dünya nüfusu yaklaşık %10 arttı. İnsanlardan hızlı ürüyorlar değil mi? Birkaç rakam da Türkiye’den verelim. 2017 yılında Türkiye’nin yollarında fink atan otomobil sayısı 12 milyonu geçti, oysa 2007 yılında 6,4 milyon civarındaydı. Nerdeyse ikiye katlanmış. Diğer taraftan 2007 ile 2017 Türkiye nüfusu sadece %14 arttı. Şimdi bu gelişmeyi bazıları gelişmişliğin, yaşam standartlarının yükselişi olarak algılayacak ve ahmakça bir sevince kapılacaklardır. Siz kapılmayın. Rakamlar otomobilin dünyamızı iyi yönde değiştirmese de giderek istila ettiğini göstermektedir. Çekiciliği nereden gelmektedir?

İnsanoğlunun zihni küçüldükçe, aklı kırıldıkça özgürlük algısının formu değiştirmekte, sınırları daralmakta ve içsel bir duygu olmanın ötesinde giderek daha çok dışsal bir aracıya ihtiyaç duyan sahip olma isteğine dönüşmektedir. Sistem doğası gereği zavallı insanın her türden özgürlüğüne el koydukça ona sahte bir özgürlük ortamı yaratmak zorunda kalıyor (üstelik yaratırken de gani gani kâr ediyor). İnsan olmayı değil, sahip olmayı varoluşun kadim kuralı gibi dikte eden sistem sahip olmanın kendisini de mobil, hareketli bir hale getirerek ve her türden eylemimizi bir tür sahip olma (ve dolayısıyla kazanç akçesi) haline dönüştürerek bir taşla sadece iki değil, sayısız kuş vurmanın yolunu bulmuş durumdadır.

Bir ara verelim. Örneğin şu internet paylaşım siteleri aslında azgın ve dizginlenemez sahip olma açlığımızın boyutlarını göstermekte ve her seferinde aklı başında insanı gülümsetecek olgular sunmaktadırlar. Eski zamanlarda insanlar Mannheim’a mimarisini görmek, yerel kültürünü ve diğer olanaklarını deneyimlemek için giderlerdi. Şimdi kendi internet paylaşım sitelerindeki küçük haritalarda Mannheim’ın olduğu yere bir bayrak dikmek ve oranın deneyimine sahip olduklarını kanıtlamak için gidiyorlar Mannheim’a. “Deneyimine sahip olmak” ile “deneyimlemek” arasındaki ince çizgi ise patolojik ve sahip olmaya aç insan davranışı ile sağlıklı insan davranışı arasındaki kalın çizgidir aslında. Artık güzel bir yemeği tatmakla yetinmiyoruz, onun fotoğrafını çekip onun sunduğu tada sahip olduğumuzu (sahip olamayanlara inat) yedi düvele duyuruyoruz. Deneyimlemeyi özgürlüğün gerçekleşmesinin aracı olarak algılamak yerine, onu mutlak bir hedef olarak koyup, sahip olunabilecek bir anıya, biriktirilebilecek anılar/deneyimler stokuna eklenebilecek bir şeye dönüştürüyoruz. Böylece tıpkı bir kapitalist gibi doymak bilmeyen ve sahip olmakla giderilemeyecek bir açlığın pençesine düşüyoruz. Böyle algıladıkça sosyal bir ortak varoluşun kendisinden doğan özgürlük duygusunu bir tür mutasyona sokup hilkat garibesine dönüştürüyoruz; insanlığımızı yitiriyoruz. Erich Fromm öyle diyordu; sahip oldukça insan olmaktan çıkıyoruz. İşte dünyayı değiştirdiğine inanılan lanetli makine tam da karanlık tarafa teslim olduğumuz bu anda çok kritik bir görevle ortaya çıkmaktadır. 

Dünyayı değiştiren makinenin sihirli tarafı bize ait olan bir alanla birlikte mekan değiştirebilme şansını sağlamasıdır. Dünyayı değiştiren makine aslında sabit olmasına alışkın olduğumuz maddi mülkiyeti hareket ettirerek bir tür mucizeye imza atmaktadır. Hem mekan değiştirmekteyiz hem de değiştirirken başkalarını bize ait olan alana sokmama şansına sahip olmaktayız. Kimseye fiziksel olarak ve hatta göz ile değmeden mekan değiştirebilmekteyiz. Üstelik dümende biz varız ve o istediğimiz yere gitmek zorunda. Ve ayrıca otomobilin evrimiyle birlikte bu bize ait hareket eden alan giderek büyümektedir. Son zamanlarda yollarda gördüğünüz ve aslında Amerika'nın birbirinden kopuk yerleşim alanlarının arasındaki geniş otobanlar ve ham kafalı Amerikalı çiftçiler için üretilmiş olan devasa arazi araçlarını düşünün. Boyutları giderek büyümektedir, nerdeyse bir lokomotif boyutuna ulaşmak üzereler. Acı olan şu ki bu araçlar zengini ve varsılı vahşi ve yüzsüz olan Türkiye türünden ülkelerde daha büyük talep görmekteler. Bunun olağanüstü bir özgürlük olduğu teması otomobil reklamlarında sürekli işlenen bir konudur. 

Oysa çok garip bir yanılgıdır. Bir kere mutlu bir azınlık dışında kimse onu istediği yere sürme şansına sahip değildir. İnsanlığın büyük bir bölümü her sabah aynı yere sürmek zorundadır onu. Nereye? Sevimsiz ve insanı tekdüzeleştiren, monotonlaştıran işyerlerine; alın size özgürlük! Üstelik sürerken bir yayanın sahip olduğu en temel özgürlükten vazgeçilmektedir. Yaya bedenini istediği yere taşıma özgürlüğüne sahiptir. Oysa sürücü trafik kilitlense bile lanet kavlinden aracı bırakıp gidemez, ona bağımlıdır, çünkü o sahip olduğu bir şeydir. Bedeninden gayrı bir şeye sahip olmak onu sahip olduğu şeye tutsak etmiştir. Hani özgürdü? Üstelik bu çapsız ve sahte özgürlük için kolektif ve sosyal bir birey olma olasılığından vazgeçmiştir, yüksek bir bedel değil midir? Sadece kendisi mi vazgeçmiştir? Sırf o bu sahte özgürlüğü yaşasın diye kentin yapısı değiştirilmiştir ve sürekli de değiştirilmektedir. Yakında kent insanların kolektif yaşam alanı olmaktan çıkıp, araç yollarının sağına soluna serpiştirilmiş, tıkıştırılmış güruhların kazara bir araya geldiği anlamsız bir mekan olacaktır. Doğa da payına düşeni almaktadır. Bize insanın doğa karşısındaki muazzam zaferinin şanlı ibareleri gibi görünen otobanlar ve otoyollar doğanın bütünlüğünü ve dolayısıyla doğayı yok etmektedir. İnsan ise hem topluma hem de doğaya ihtiyaç duymaktadır. Doğanın katli insanın katlidir, dünyayı değiştiren makine ise katli çabuklaştırmaktadır. Bertha Benz bunu öngörebilseydi eğer, aynı mağrur ifadeyle sallayabilir miydi direksiyonu? 

Yıllar önce sosyalist toplum ile ilgili bir tartışma çıkmıştı. Sosyalizmin olanaklılığının yanında ne getireceğini ve neyi götüreceğini yaşımıza uygun olamayan, belki de kendimizi bilmediğimizin, ve daha pek çok şeyi bilmediğimizin göstergesi olan bir üslupla tartışıyorduk. Toyduk ve cahildik. İyimserler ve kötümserler olarak ikiye ayrılmıştık galiba. Kötümserler kapitalizmin sağladığı bazı olanakları (bunları olanak gibi görüyorlardı galiba) sosyalist toplumun da sağlayabilme kapasitesine dair derin şüphelere sahiptiler. Tartışmanın bir yerinde bu cenahtan bir arkadaş can havliyle sordu: “Ne yani, sosyalizm geldiğinde otobanda 150 basamayacak mıyız?”. Aslında bu nahif soru tartışmamızın düzeyini göstermekteydi ya, her neyse. Ancak biz iyimserlerden hiç kimsenin aklına gelmeyen bir konuydu bu galiba. Kimse ağzını açamadı. Şimdi birkaç kelam edebiliriz herhalde. Aslında etmeliyiz. Bir yerden başlamalıyız. Kahrolsun radyatör kapağı, kahrolsun volan kayışı ve diğerleri.