Benim için ağlama Arjantin

Önceleri ünlü Boca Juniors futbol takımının başkanıydı. Daha sonra Buenos Aires belediye başkanı oldu. Mauricio Macri 2015’deki genel seçimlerde Christina Kirchner’in adayı Daniel Scioli’yi yenerek devlet başkanı oldu. Scioli’yi destekleyen koalisyonda komünist parti ve diğer sol partiler vardı. Böylece Macri 1983’den beri seçilen ve Peronist gelenekten gelmeyen ilk devlet başkanı oldu. Seçim aynı zamanda sol Peronizm olarak adlandırılabilecek Kirchnerizm’in de sonunu getirdi ve böylece Nestor ve Chrstina Fernandez de Kirchner’in yoksullara ve sendikalara dayalı ve Latin Amerika’daki diğer sol hükümetlerle iyi geçinen anlayışı da sona ermiş oldu. 

Macri kendisiyle birlikte Arjantinli emekçilerin kabusu IMF’i de sonunda ülkenin tepesine getirdi. Yakın geçmişte Arjantin’in IMF ile her randevusu ağır bir çöküntü ile bitti. 1989’da iktidara gelen sağ Peronist Carlos Menem 1980’lerde biriken makroekonomik sorunları çözebilmek için IMF ile stand-by anlaşması imzaladı. Böylece 1990’ların sonundaki ağır çöküntüye giden hikaye başlamış oldu. Arjantin ekonomisinin ağır iç ve dış borç yükü altına sokan program 1990’ların sonuna doğru erken uyarı sinyalleri vermeye başladı. 1990’ların sonunda programın bir parçası olarak uygulanan döviz çıpasına bağlı istikrar programına artan sorunlardan dolayı sadık kalmak giderek zorlaşınca aslında 2001’yılındaki çöküşe giden yola bir de siyasi kriz eşlik etmeye başladı. 1999 ile 2001 arasında birbirinin peşi sıra, şimdilerde isimlerini kimselerin hatırlamadığı devlet başkanları ekonomik krize kurban gittiler (biri sadece 7 gün dayanabilmişti galiba). Çöküş ve krizden hem Arjantin halkı hem de iktisatçılar IMF’i sorumlu tuttular. IMF krize giden bir ekonomiyi frenlemek bir yere, arkadan itmişti. Aslında IMF tarihindeki en kara günlerdi onlar çünkü zımni olarak IMF de bu hakaretleri sineye çekti, eleştirileri kabullendi. Böylece Arjantin emekçileri açısından şu formül genel kabul görür hale geldi: FMI (IMF’in İspanyolcası)=MISERIA (IMF=Sefalet). 

2001 yılında aslında bir süredir beklenen çöküntü tüm haşmetiyle gerçekleşti. Arjantin tarihinde görmediği kadar işsizi, tarihinde görmediği boyutta sefaleti ve tarihinde görmediği kadar değersizleşmeyi gördü. Böylece Arjantin halkı için IMF bir tür fırtına habercisine dönüştü. 

Tam bu noktada bir belirleme yapmamız gerekiyor. Kapitalizm karşıtlığı olmayan bir emperyalizm karşıtlığı hem bir tür gericiliktir, hem de siyasi sonuçları itibariyle kaçınılmaz bir yenilgidir. Yıllardır bu ülkede, ve Arjantin’de, solun bir kanadı yaşanılan ekonomik çöküntülerden ve yıkımlardan IMF programlarını ve IMF’i sorumlu tutarlar. Ancak IMF sermaye yanlısı reçetelerini kimsenin başına silah dayayarak, şantaj yaparak uygulatmıyor. Tam tersine Arjantin veya Türkiye’de sermayedarlar ve burjuva politikacılar bu reçeteleri bizatihi kendileri uyguluyor. Dolayısıyla işbirlikçi olmadan iş yürütülemiyor. Türkiye tarihinden bir anekdot durumu daha iyi açıklayacaktır: 

“Özal bu konuda daha önce de IMF’ye  yazılı güvence vermiş ve iç fiyat artışlarıyla dışarıdaki fiyat artışları arasındaki farkı Türk parasının değerini düşürerek kapatacağını bildirmişti…Evinde bilgisayarla yaptığı çalışmalarda Özal, bu konuda bazı sonuçlara varıyor, vardığı sonuçları Adnan Kahveci geçmiş yılların rakamlarına uyguluyordu…Özal o günlere kadar akıllardan geçmeyen bir yöntemi uygulayacak ve Türk parasının değerini yabancı paralara göre değerini her gün ayarlayacaktı. Başka bir deyişle, paramızın değeri her gün düşürülecek, her sabah yataktan kalktığımızda küçük bir devalüasyonla yüzyüze gelecek ve kısa bir süre sonra bu durumu da kanıksayacaktık..Bu işlemden IMF de son derece memnun olacaktı.” (Emin Çölaşan, 12 Eylül: Özal Ekonomisinin Perde Arkası, s. 212,214).  Ulusal paranın değerini ve dolayısıyla emekçimizin alın terini bilinçli ve istemli şekilde ucuzlatan Özal aslında IMF’nin bile aklına gelmeyen bir yöntemi bulmuş gibi görünmektedir. İşin yürütülebilmesi için efendiden daha sadık işbirlikçilere ihtiyaç vardır. 

Arjantin’e ve onun işbirlikçisine geri dönelim. Aslında makroekonomik sorunlar Christina Kirchner’in son dönemlerinde başladı. Büyüme oranı 2012 ile başlayarak % -2 ile % 2 arasında salınım gösterdi. Bu dönemde cari açık giderek büyüdü ve özel bankaların döviz cinsinden yükümlülükleri arttı. Uzun Kirchnerler dönemi politika düzeyinde bazı aksaklıkları yüzümüze çarpsa da daha derin sistemik bir sorunu ve eğilimi ortaya koymaktadır. Kapitalizm artık reforma tabi tutulacak halde değildir; onu, yok etmekten imtina ederek, evcilleştirecek reformlara tabi tutmaya çalışmak kendi bindiğin dalı kesmek ile aynı anlama gelmektedir. Genelde Latin Amerika, özelde ise Arjantin’in yakın dönem tarihinde bir dizi sol tandanslı halkçı iktisadi paket hayata geçirilmiştir. Bu paketlerin ortak özelliği mülkiyet ilişkilerine dokunmadan gelirleri devlet aracılığıyla yoksullar ve emekçiler lehine yeniden dağıtarak daha adaletli bir dağılımı hedeflemeleridir. Adı geçen paketler genellikle bu türden yeninden dağıtım programlarıyla talebi de genişleterek büyüme oranının da yüksek gerçekleşmesini sağlamaya gayret etmişlerdir. Bazı durumlarda radikal adımlar atılsa da (Örneğin Christina Kirchner’in yaptığı az sayıdaki ulusallaştırma, ya da Morales’in doğal gazı ulusallaştırması) genel olarak oyunun kurallarının dışına çıkılmamıştır (Misal, pek büyük vaatlerle iktidara gelen Lula sonunda bir IMF programına teslim oldu). Bu paketleri uygulayan solcu/halkçı hükümetler de genellikle emekçi ve yoksul halk için ağır bir fatura çıkaran IMF destekli sermaye programlarının çöküntülerinin ardından iktidara gelmişlerdir. Nitekim Kirchnerist sol Peronizm de 2001’deki ağır çöküntüye verilen bir toplumsal tepkidir. Gelinen noktada sermaye birikimi kontrol altında tutulabilir bir süreç değildir, eninde sonunda palyatif tüm önlemlere inat kendi eğilimlerini egemen kılar. Sırf bu nedenle sermaye ilişkisi yol getirilecek değil yok edilecek bir ilişkidir. Latin Amerika’nın sola açılan halkçı hükümetlerinin bir bölümü, öyle ya da böyle, bu acı dersi iktidardan düşerek öğrendiler. Arjantin’de Kirchnerizm’in başına gelen de buydu. 

Macri ise hazır ve nazır bekledi. İktidara geldiğinde ilk işi Kirchner döneminde sermayenin özellikle finansal kanadı üstüne konulan tüm kısıtları kaldırmak oldu, hatta Macri bu adımı “Arjantin ekonomisinin normalize olması” diye pazarladı. Böylece Arjantin sisteme geri dönmüş oldu. Ancak Arjnatin ekonomisinin normalizasyonu ekonomik krize dönüş anlamına gelmekteydi, çünkü Kirchnerler dönemi öncesinde nerdeyse sürekli bir krizi yaşamıştı. Nitekim Macri’nin adımları sonrasında hem kamu hem de özel borç stoku hızla yükselmeye başladı. Arjantin hazinesi artan kamu borcunu getirisi giderek artan borçlanma kağıtlarıyla karşılamaya başladı. Her yeni borç daha fazla borç doğurdu. Kuşkusuz bu borç dağı bir süre sonra aynı hikaye ile nihayetlenerek yatırımcıyı Arjantin ekonomisindeki varlıklarını satarak gitme eğilimine soktu. Buna bir de Trump’ın tüm kapitalist dünyayı ateşe atan faiz artışı kararları eklenince Arjantin’in borçlanma maliyetleri giderek arttı. Bu ortamda peso hızla değer kaybetmeye başladı. Türkiye gibi üretimi ithal girdilere bağlı Arjantin değer kaybeden peso ile birlikte yükselen enflasyon oranı ile karşı karşıya kaldı. Üstelik borçlanma maliyeti yükselirken özel bankaların bilançoları da kısa vadeli döviz cinsinden yükümlülükler/uzun vadeli ulusal para cinsinden varlıklar uyumsuzluğunun kıskacına yeniden girdiler (yahu bu hikaye hiç yabancı gelmiyor, durun başka nerede gördüğümü şimdi söyleyeceğim). Böylece eski model bir borç krizi, bir kur şokuna, o da derinliği giderek artan bir durgunluğa dönüştü. Macri ise çok beklemedi, geçen Mayıs ayında IMF’in kapısını çaldı. Arjantin kendisi için bir kere daha ağlamaya başlayabilirdi. 

Bir iki aylık görüşmeler aslında basından çok da gizli gerçekleşmedi. Bunun temel nedeni bu görüşmeler sırasında Arjantin Merkez Bankası başkanının istifasıydı. Merkez Bankası başkanı anlaşılan IMF’in ağır reçetesine imza atamayı gururuna yediremedi ve istifa etti. Ancak Macri anlaşmanın çabucak imzalanması ve kurtarma paketinin ilk taksitinin çabucak serbest bırakılmasını istiyordu. İngilizce adı “bail out”dur, biz Türkçede “kurtarma” diyoruz. İngilizce-Türkçe sözlükte “bail out”un diğer Türkçe karşılıkları da verilmektedir. Çok ilginç diğer karşılıkları arasında “kefaletle serbest bırakmak”, “paraşütle atlamak” ve “içeri dolan suyu boşaltmak” da var. Arjantin’in durumu üçüne de uymaktadır. Neyse, Macri anlaşma çabucak imzalansın ve kurtarma paketinin öngördüğü kredi miktarı artsın diye araya eşi dostu da sokmuş gibi görünmektedir. Batılı basına göre ABD’nin yüksek vizyonlu ve yüksek zekâlı başkanı Trump önce IMF direktörü Lagarde’ı aramış ve Arjantin’e ellerinden gelen kolaylığı göstermelerini rica etmiş. Malum ABD IMF yönetiminde oy kotası en yüksek ülke. Dolayısıyla Lagarade velinimetini kırmamış gibi görünmektedir. Trump sonra Macri’yi aramış ve ona “korkma ben koltuk çıktım” demiş. Anlaşılan çıkılan koltuk işe yaramış olacak ki, Haziran’da 50 milyar dolar olmasına karar verilen kurtarma petinin büyüklüğü 26 Eylül’de 57 milyar dolara çıkarıldı. Böylece Macri 7 milyar dolar daha kapmış oldu. Arjantin 15 milyar doları yılsonuna kadar alacak. Kurtarma kredisi karılığında Arjantin ne yapacak, hangi reçeteyi uygulayacak peki? Detaylarına girmeyelim, bildik reçete işte…Sadece bazı hassasiyetler nasihat düzeyinde belirtilmiş. Örneğin bütçe disiplini dikte edilmiş (hatta 2019 yılında sıfır açık öngörülmüş) ancak artan sayıda yoksula yönelik harcamalar belirli bir sınırın altına düşmesin diye nasihatte bulunulmuş. Hem bütçe harcamalarını kısıp hem de yoksullara verilenden nasıl kısıntı yapmadan durabilecekler? Anlaşılan birincisi emir, ikincisi ise iyi niyetli bir temennidir. Ayrıca pesonun dolar karşısındaki değeri belirli bir bant içinde kaldıkça Arjantin Merkez Bankası hiç müdahale etmeyecek, IMF hazretleri böyle buyurmuş. Dolar kuru bu bandı aşarsa müdahalede bulunulabilecek. Sorun şu ki, peso anlaşmada belirtilen sınırın dışında bir değere kadar gerilerse merkez bankasının müdahale edecek mecali kalmayacak. Amaan IMF’in umurunda mı? Neticede reçete bildik reçete. 

Arjantin deyince genelde iki isim akla gelir, benim aklıma ise üç isim geliyor. İlk ikisi Ernesto Che Guevara ve Eva Peron (nam-ı diğer Evita). Che’yi uzun uzun anlatmaya gerek yok. Eva Peron ise Peronizm’in kurucusu Juan Peron’un ikinci eşidir. Eski bir aktris olan Evita siyasi hayata atıldı. 1950’lerin ilk yarısında kocası başkanlığa adaylığını koyduğunda o da başkan yardımcılığı için aday gösterildi. Meydanlarda kocasından daha fazla göründü, daha çok o konuştu. Yoksullara, işçilere, kadınlara ve köylülere daha hakkaniyetli bir gelecek vaat etti, onların gelecek hayali oldu. Evita yoksullukla boğuşan bu zavallı ülkede yoksula güzel bir gelecek vaat eden bir tür azizeydi, güzel yüzlü bir vicdandı. Emekçi ve yoksul halk onu çok sevdi. 33 yaşında kanserden ölünce tüm halk peşi sıra ağladı. O kadar çok ağladı ki sonunda Evita besteci Andrew Lloyd Webber’in bestesi üzerinden Arjantin’e seslendi “Benim için ağlama Arjantin; gerçek şu ki ben sizi hiç bırakmadım”.  

Üçüncü isim ise Diego Armando Maradona’dır benim için. Bıçkın futbolseverler “şiir gibi top oynayan” derler ya işte o şüphesiz Maradona’dır. 1986 Dünya Kupası her şeyiyle Maradona’dır, Maradona’nındır.  O kazandığında o kadar sevindik o kadar mutlu olduk ki…Özellikle Belçika’ya attığı ve İngiltere’ye attığı ikinci gol benim hayatımda seyrettiğim en güzel gollerdi, başkaları için de böyledir. Ancak futbol tarihine geçen İngiltere’ye attığı birinci goldür, el ile attı, hakem görmedi ve golü verdi. Sonrasında ona sorduklarında “ o benim değil, tanrının eliydi” dedi. İngiltere’ye karşı atılmasının daha büyük bir önemi vardı, Malvinas savaşındaki utanç verici mağlubiyetin intikamıydı. 

Şimdi Arjantinli emekçilerin önünde bu üç Arjantinli ismin ima ettiği üç ayrı yol vardır; Evita için ağlamak, Maradona gibi tanrının elini beklemek ya da Che gibi….