Avrupa'nın tüm faşoları birleşin

Yukarıda verilen fotoğraftakileri tanıtarak başlayalım. En solda Hollanda Özgürlük Partisi lideri Geert Wilders mevzilenmektedir. Eksantrik yazılar yazmakta ve liberallerimizi Avrupa sevdasından vazgeçirecek kadar birleşik Avrupa fikrine saldırmaktadır. Dahası yakın zamanda “Ölümle Damgalı: İslam’ın Batı’ya ve Bana Karşı Savaşı” başlıklı bir kitabı çıkmıştır. Kitabın adından ne anlattığı malumunuzdur herhalde. Ayrıca kitabın adı bir tür sado-mazoşizmi de barındırmaktadır. Wilders kendisini herhalde son siper olarak görmektedir. Bir de “Fitne” diye bir İslamofobik bir belgesel çekmiştir ki memleketimin dinci sağcıları bu belgesel ile birlikte derhal teyakkuza geçmiştir. Partisinin programında tüm Hollanda vatandaşlarının etnik kimlik şeceresinin tutulması, vergi oranlarının düşürülmesi, devletin sol organizasyonlara desteklerinin sonlandırılması, Filistinlilere ve mücadelelerine yönelik desteğin ve destek mesajlarının (zaten var mıydı ki?) sonlandırılması, göçmenlere, iklim değişikliğine ve sosyal refaha yönelik devlet harcamalarına son verilmesi türünden gerçekten her biri birbirinden müstesna hedefler bulunmaktadır. Parti 2006 yılında kuruldu, sonra hızla yükselişe geçti.

Soldan ikincisi, diğerlerinin gülücükleri altında mağrur bir edayla önündeki insanları selamlayan ise halen İtalya’da Başbakanlık Yardımcılığını ve İçişileri Bakanlığını idare eden Matteo Salvini. Kendisi ayrıca Berlusconi’nin hisseli harikalar kumpanyası tadındaki kabinelerine de ortak olan Kuzey Ligası’nın (Lega Nord) Genel Sekreteri’dir. Aslında Salvini’den önceki Liga sadece Kuzey İtalya’da örgütlü bölgeci sağcı bir partiydi. Parti’nin genel çizgisine göre Güney İtalya (daha kırsal, daha az gelişkin İtalya) gelişmiş Kuzey İtalya’nın sırtından geçinen bir parazit, Roma mafya patronlarının yönettiği bir keşhane ve Avrupa Birliği ise böceklerin birliğiydi. Salvini bu çizgiyi genişleterek tüm İtalya için yeni bir çizgi çizdi. Böylece “Tüm İtalya AB’ye ve göçmenlere karşı” partinin yeni mottosu oldu. Partinin adını Kuzey Ligası’ndan Liga’ya çevirdi. Salvini de fotoğraftaki diğerleri kadar zenginlerden alınan vergilerin indirilmesini istemektedir. Ayrıca hem İtalya’daki hem de dışarıdaki solculardan nefret etmektedir. Sadece solculardan değil, bankalardan, bürokrasiden ve sendikalardan da nefret etmektedir. Trump’a bayılmakta ve Brezilya’nın ırkçı ve faşist yeni başkanı Bolsonaro’yu ise takdir etmektedir.

Yukarıdaki Bremen Mızıkacıları fotoğrafında soldan üçüncü kişi ise Jörg Meuthen, yani Almanya için Alternatif (AFD) adlı Neo-Nazi partinin lideri. Geniş geniş sırıtan Meuthen eğitim düzeyi olarak diğer mızıkacılardan biraz daha ileride; kendisi siyasal iktisat ve finans profesörü. Partisi ise hem göçmen yanlısı yasalara hem de Avroya düşman. Ayrıca Nazi Almanya’nın anısına da pek sadık bir parti. AFD Doğu Almanya’da bir oy patlaması yaşamaktadır. Sırıtkan Meuthen’in hemen solunda ise karedeki tek kadın, Marine Le Pen bulunmaktadır. Kendisi azılı faşist Jean-Marie Le Pen’in en küçük kızıdır, faşistlik aile yadigarı olarak nesilden nesle geçmektedir. Babasından Ulusal Cephe’nin liderliğini devralmıştır. Babası göçmenlere yönelik kamu yardımlarının ve aktarımlarının sonlandırılmasını, özellikle göçmen kökenli işçilerin daha yüksek sigorta primi ödemesini savunmuştu. Baba Le Pen soykırımı reddetmiş ve Avrupa Birliği projesini asli düşmanlardan biri olarak görmüştü. Kızı görünüşte partinin manzara-i umumiyesini değiştirmek hedefiyle işe başladı (ve rivayet doğru ise babası ile ters düştü). Babasının menüsüne bir nebze cumhuriyetçilik ve bir nebze de kitle particiliği ekledi. Ancak parti programına bir göz attığınızda yaşlı faşistin tüm vizyonunun yerli yerinde durduğunu hemen anlarsınız. Kızı babasından daha başarılı sandık sonuçları elde etti ve hatta son başkanlık seçiminde Emmanuel Macron ile birlikte ikinci tura kaldı. Böylece Fransa’yı bir kez daha ehven-i şer seçimlerden birine zorunlu kıldı. Fransız sosyalistler de dahil herkes sandığa gittiğinde Marine Le Pen gelmesin diye aslen bir tefeci olan Macron’un şantajına boyun eğdi.

Bu fotoğraf 4 gün önce Milano’da çekildi. Bu arada fotoğrafa giremeyenler de vardı. Örneğin Bulgaristan’dan faşist Volya ile Slovakya’dan faşist Sme Rodina’nın liderleri de orada bulunarak Avrupa Faşizminin yeni birliğine bağlı olduklarını gösterdiler; ancak kendilerini fotoğrafta gösteremediler. Bu toplantı 23-25 Mayıs’ta yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerine bu partilerin ortak bir program çerçevesinde gireceklerini ilan etmek için tertiplenmişti. Çok fazla sayıda insan toplayamadılar, tersine onları protesto edenlerin sayısı daha fazlaydı. Ancak protestocular toplantı alanına yaklaştırılmadı, polis oldukça sert ve sistematik davrandı. Nasıl davranmasın? Fotoğrafta en öndeki Salvini içişleri bakanı aynı zamanda.

Şimdi bu güzide faşist topluluğun fotoğrafından asıl meseleye geçelim. Birkaç gün önce sırf Marine Le Pen başkan olmasın deyu başkan yapılan eski tefeci Macron aşırı sağın yükselişine Trump ve avanesinin katkısı konusunda veryansın etti. Bazı diğer Avrupalı politikacılar da Putin’in bu partilere aktif katkısını dert etmekteler. Her iki yakınmayı da sonuna kadar haklı çıkaracak kanıt vardır. Örneğin emlakçı Trump’ın eski danışmanlarından Steve Bannon daha yenilerde Paris’e gidip Le Pen ile birlikte boy gösterdi ve “liberal” AB’ye karşı kumpasa ortak olduğunu ilan etti. David Hasselhoff taklidi Bannon’un eşbaşkanlığını yaptığı The Movement diye bir birlik var, Avrupa’nın faşist partilerinin pek çoğu birliğe üye. Bu birlik Avrupa’da siyaset okulları açarak siyasetçi yetiştirmeyi hedefliyor (acaba ortaya neler çıkacak, merakla bekliyoruz). Dolayısıyla Avrupa emperyalizminin üstyapı örgütü AB’yi dağıtmak için hem emlakçı Trump’ın hem de judocu/istihbaratçı Putin’in müdahalelerinin olduğu doğrudur. Ancak faşizmin exodusu için ne Trump’a ne de Putin’e ihtiyaç vardır. Sorun Avrupa kapitalizminin temel dinamiklerinden kaynaklanmaktadır. Emlakçı ile judocu ise sadece fırsatçılık yapmaktadırlar.

Sorunun özünü bir kentsel dönüşüm örneği üzerinden açıklamak gerekiyor. III. Napoleon 1830 ve 1848 devrimlerinin ana dinamiği olan ve Paris’in savunması kolay daracık sokaklarını barikata çeviren Paris işçilerini lojistik olarak etkisizleştirmek için Haussman’ı muazzam bir yeniden inşa projesinin başına geçirdi. Farklı safhalardan ilerleyen yeniden inşa 20. Yüzyıl’ın ilk yarsındaki Paris’i yarattı. Bu süreçte iç içe geçmiş üç katmandan oluşan ve diğer Avrupa kentlerine de örnek olan Paris ortaya çıktı. Başlarda sadece iki katman vardı; en iç katmanda bürokrasinin haşmetli ikametgâhlarıyla servet ve mülk sahiplerinin meskenlerinin bulunduğu eski kent vardı. Onu emekçilerin üst üste, sıkış tepiş yaşadıkları binalardan oluşan bir katman sarmalamaktaydı. Daha sonra kentsel kapitalizmin gelişimi, otomobilizasyon ve nüfus artışı kentin en eski merkezini yaşanmaz hale getirince ensesi kalınlarının, servet ve mülk sahiplerinin önemli bir bölümü kentin dış çeperlerine, yeni ve şaşalı evlerinin bulunduğu en dışardaki üçüncü katmana kaçtılar (öyledir, en önce zenginler kaçar). Sonuçta en iç katmanında bir süre sonra turistlere teslim edilecek eski kent ile iş merkezlerinin olduğu, ikinci katmanında işçi sınıfının mesken tuttuğu ve lüks en dış katmanında ise burjuvaların rahatça yaşadıkları Paris ortaya çıktı. Böylece beş devrimin başkenti yüzsüzce ve arsızca modanın, jartiyerin ve şatafatın başkentine dönüştürülmüş oldu. Ancak evrim henüz bitmemişti. 1970’lerle birlikte en dışarıda bir dördüncü katman oluşmaya başladı. İşçi sınıfının emeğini ve sefaletini çepeçevre sarmalayan sermayenin katmanı birden Hindiçinliler, Tunuslular, Faslılar, Cezayirliler ve dünyanın başka lanetli bölgelerinden gelen göçmen emekçiler tarafından kuşatılmaya başladı. Şimdi Paris’in dört katmanı var, ve içerideki üç katman Fransız emperyalizminin soyup soğana çevirdiği ve yaşamı yok ettiği topraklardan gelenlerin oluşturduğu bir tür getto ile kuşatılmış durumda. Tarihin intikamı da böyle oluyor demek ki… Üstelik bu evrim sadece Paris’e özgü değil, Londra, Berlin ve diğerleri de aynı kaderi paylaşmaktalar. Kaba ve nobran Avrupa emperyalizmin en korkulu rüyası gerçekleşmek üzeredir. Bu birinci dinamiktir.

İkincisi özünde Avrupa merkezli kıtasal bir sermaye projesi olarak hayata geçirilen AB projesinin siyasal ve ekonomik gelişimi geldiğimiz noktada sermayenin katı ve doymak bilmez programını Avrupalı emekçilere dayatmaktadır. Nahif Avrupalı liberal aydınların sosyal bir tat katarak “Sosyal Avrupa” projesine dönüştürmeye çalıştıkları proje inatla özüne rücu etmekte, her durumda sermayenin mantığını dışa vurmaktadır. Bu mantık Avrupa’da küçük üreticileri, maaşlıları ve ücretlileri -makroekonomik göstergeler iyiye gider gibi görünse de- bunalıma itmektedir. Bu mantık aynı zamanda Avrupalı emekçiler ile göçmen emekçiler arasında sahte bir çatışmaya da çanak tutmaktadır. Bu ikinci dinamiktir.

Üçüncüsü, bu toplumsal ve ekonomik bunalım sıradan ve güdük burjuva siyasetini anlamsızlaştırmakta ve değersizleştirmektedir. AB projesine start veren ve onu yüklenen kitlesel burjuva partilerinin (liberal demokratların, muhafazakârların, Hristiyan demokratların ve sosyal demokratların) kitle tabanları erimektedir. Bu partiler hızla kaçınılmaz bir yok oluşa sürüklenmektedirler. Bu da siyasal alanda fotoğraftaki zevatın ya da bu zevata destek olanların dolduracağı bir boşluk yaratmaktadır. Örneğin şu anda Salvini’nin iktidar ortağı Beş Yıldız 2006 yılında kurulan garip bir siyasi oluşumdur (klasik anlamda bir partiye benzemediği için oluşum demeyi tercih ediyoruz). İtalyan parlamentosunda II. Dünya Savaşı sonrasında İtalya siyasetine egemen olan partilerden eser yoktur. Tefeci Macron’un partisi 2016 yılında kurulmuştur. Avrupa burjuva siyaseti çözülünce fotoğraftaki sırıtkan tipler, Nigel Faragelar, Orbanlar ve diğerleri sökün ettiler. Böylece 1920ler ve 30lar yeniden canlandılar. Fotoğrafta bulunan cahillik, kabalık ve akılsızlık timsali zevat aslında Adenauerlerin, Churchillerin, Brandtların, Monnetlerin ve ötekilerin torunlarıdır. Ne bekliyorlardı ki? Öyle ise Avrupa’nın Tüm Faşoları Birleşin…