Anti-komünist histerinin içinde, Kapital'in izinde...

Sevgili dostumun saygı duyulası fakat çok çaba gerektirici bir hobisi var. Kapital Birinci Cilt’in farklı dillerdeki baskılarını toplamakta; artık oldukça geniş bir koleksiyonu var. Yurt dışına giden arkadaşlardan gittikleri yerden oranın diliyle basılmış bir Kapital sipariş etmektedir, biz de onun bu koleksiyonuna elimizden geldiğince katkıda bulunmaktayız. Benim de şansıma, ekseriyetle gittiğim yerler eski sosyalist ülkeler. Her gittiğim yerde ben de dostum için Kapital’in izini sürdüm. Bu maceraların büyük bir bölümü bahsedeceğim nedenlerden ötürü hüsranla sonuçlandı. Eski sosyalist ülkelerde anti-komünist histeri ne yazık ki sosyalizme ait her hatıranın, her unsurun ve yapılanmanın peşine düşmüş durumda; bulduğunda yok etmektedir. Doğu Avrupa ülkelerinde bu histeri anti-Rus histeri ile birlikte yaşamaktadır, bu ikisi birbirinden beslenmektedir. Bu toplumlar bir tür hafıza silme operasyonundan geçmekteler, sadece yaşı belirli bir eşiğin üstünde olanlar o histeriye inat gizliden saklı tutmaktalar anılarını. Kapital’in izini sürerken deneyimlediklerim bu histerinin büyüklüğünün kanıtıydı. Özellikle genç kuşaklar sanki 1991’in bir sabahında doğmuş, yumurtadan o sabah çıkmış gibi bir hayat sürmekteydiler. Tavırları reddetme şeklinde de değildi hani. Reddedebilmek için bilgisine veya deneyimine sahip olmaları gerekiyordu; oysa deneyimine sahip değildiler. Çarpıcı olan bilgisizlikleriydi.

Önce bir Polonya seferinden bahsedeyim. Bir kongre için bir grup arkadaşla gitmiştik. Varşova ve Krakov’da sürdüm Kapital’in izini. Varşova’da yeni kapitalist toplumun faklı iki yüzünü hemen fark edebiliyordunuz. Özellikle Avrupalı ve Japon turistlerin turist grupları halinde fink attıkları ve kendi ulusal paralarının zloti karşısındaki gücü nedeniyle kendilerince az para harcayıp sınırsızca tükettikleri eski kent denilen bölgede özellikle kapitalist Polonya’nın iki yüzü arasındaki tezat çok çarpıcı bir şekilde kendini ele veriyordu. Eski kent sınırları içinde bir parkta bir sergi vardı, yanlış hatırlamıyorsam adı “Komünizmin Kara Günleri” türünden bir şeydi. Komünist dönemde üretilen bazı şeyler ve gündelik hayata dair resimler, fotoğraflar ve afişler sergilenmekteydi. Bir köşesinde bir ev maketi vardı, iki oda bir salon bir ev. Arkasındaki tanıtım afişinde Lehçe ve İngilizce açıklama vardı; açıklamada “Herkese ev vaat ettiler, vere vere 60-80 metrekare küçücük evler verdiler” diyordu. Tanıtım afişinin tam arkasında bir grup yaşlı Polonyalı mesken tutmuştu, grubun bir bölümü anlaşıldığı kadarıyla kendilerine ait pek çok gündelik eşyayı satmaktaydı, giysiler, takılar, küçük elektrikli aletleri falan. Diğer bölümü ise döşek yorgan türü şeylerin içinde uyumaktaydılar. Varşova’da pek çok evsiz Polonyalı vardı. Evsizdiler, ellerinde ne var ise satmaktaydılar. Hem de kapitalist Polonya’nın en görkemli turistik meydanlarından birinde, hem de sosyalizm herkese ev verdi ama evler çok küçüktü diyen afişin önünde…

Kapital’in izindeki macera Krakov’da başladı. Hem birinci el hem de ikinci el kitap satan pek çok kitapçıya gittim ancak nafile. Sonra Krakov eski kent meydanında hem eski hem de yeni kitaplar satan bir kitapçı görünce içeri daldım. Benim İngilizcem idare eder düzeydedir. Küresel kapitalizme geç eklemlenen Polonyalılarınki ise benimkinden de kötü. Dolayısıyla anlaşmak bazı durumlarda zor oldu. Neyse; içerideki masada bir orta yaşlı Polonyalı oturmakta, yanında ise gençten biri ayakta dikilmekteydi. Orta yaşlı olana, müdür rahatlığıyla oturana, meramımı anlatmaya çalıştım. Önce boş boş baktı, sonra yanındaki gence Lehçe bir şeyler söyledi. Genç olan da bana Lehçe bir şeyler söyledi ama “peşimden gel” dediğini anladım. Bir merdivenden üst kata çıktık. Çok heyecanlıydım, hazine avı zaferle sonuçlanacak gibiydi. Ancak kata çıkınca bir terslik olduğunu tez elden anladım. Çünkü tüm katta sadece gezi rehberleri ve kapaklarında bol kaslı erkeklerle vücutlarını korkusuzca sergileyen kadınların bulunduğu bol renkli dergilerden başka bir şey yoktu. Genç mihmandar Lehçe bir şeyler geveledi ve yok oldu. Kısa bir süre sonra geri döndüğünde elinde gösterişli bir İngilizce Varşova gezi rehberi tutuyordu. Ben itiraz edecek oldum, “Marx’s Capital”i istiyorum demeye çalıştım. O sözümü kesti ve atladı “But Warsaw is a capital city too” (Ama Varşova da bir başkent) dedi. O an idrak ettim, İngilizcede “Capital” hem sermaye hem de başkent anlamına gelmektedir. Ben “Marx’s Capital”   dedikçe onlar sadece “Capital” kısmına odaklanmış ilk bölümü yok saymışlar ve bir başkent olan Varşova için bir gezi rehberi istediğimi zannetmişler. Ancak benim kelamımdan bunu nasıl çıkardılar hala düşünmekteyim. İngilizce iletişimizdeki sorun elbette ki etkiliydi bu sonucun ortaya çıkmasında, ancak asıl neden hafızalarından Marx’ın silinmiş olmasıydı galiba. Ben de hem genç olanına hem de orta yaşlı olanına boş boş bakarak (kendimce öyle intikam alarak) öfkeyle dışarı çıktım. Krakov seferi hüsranla bitti. Varşova seferi daha başarılıydı. Gerçi orada da çok dolandım ancak zafere, aradığım ödüle ulaştım. Pek çok kitapçı ve sahaf gezdikten sonra Varşova Üniversitesi rektörlüğü ana girişinin yakınında bir sahaf gördüm ve içeri girdim. Üniversiteden yayılan sinerjinin Marx’ı en azından burada canlı tutmuş olacağını umdum. Yaşlı ve entelektüel duruşu olan, cana yakın ve gülümseyen bir Leh karşıladı beni. Ben yine meramımı anlatmaya çalıştım. Bu defa sadece bir kez denedikten sonra karşımdaki hemen atılarak “Oooo, Marx the Bearded?” (Sakallı Marx mı?) diye sordu? Sanki Korsan Karasakal’dan bahsediyordu, ancak olsun. “Elimde bir tane kalmış olmalı ancak ambarda” dedi ve beni yalnız bırakarak gitti. Yaklaşık 15 dakika bekledim. 15 dakika sonra elinde Lehçe bir Kapital Birinci Cilt ile çıktı geldi. 1951 Varşova baskısıydı. “Geciktim kusura bakmayın, çünkü en alta koymuşum” dedi. En alta koymuş, satılamayacağını düşünmüş olmalıydı. Ancak detaylara takılmadım, pek mutluydum. Arayış mutlu sonla nihayetlenmişti. Gerçi şimdi yazarken anlıyorum tek başarılı seferim de bu idi galiba.

Bu seferden birkaç yıl sonra Çek Cumhuriyeti’ne, Prag’a gittim. Aynı türden bir arayış bu defa tamamen başarısızlıkla sonuçlandı. Pek çok kitapçı ve sahaf gezdim. Ancak nafile. Önemli bir bölümü uzunca bir diyaloga rağmen ne istediğimi anlamadılar. Diyalog uzayınca da “yok” deyip kestirip attılar. Sadece ikisi ne istediğimi anladı. Hatta birincisi bana nasihatte bulundu; Türkçesiyle “Bak evladım, buralarda artık o türden kitaplar satılmıyor. Hatta çok uzunca bir süredir basılmıyor. Son yıllarda çıkan bazı yasalar o kitaplar neyi öğretiyorsa onları yasakladılar. Zaten o dediğin kitap elindeyken dışarılarda dolaşmanı hiç tavsiye etmem” dedi. Şaşırdım. Biz elimizde kitapla dışarıda dolaşırken korku yaşamaya Türkiye’den alışkınız; ancak Çekya’dan bunu hiç beklemezdim. Hani sadece Sosyalist ülkeler yasakçı olurlardı? Neyse. İkincisi de ne istediğimi anladı ve yüzüne tiksintiyle şaşkınlık karışımı bir ifade verdikten sonra “bizde öyle şeyler olmaz” dedi. “Öyle şeyler”le neyi ima etti acaba? Utandım. Galiba Çek sahaftan edepsiz bir şey talep etmiştim. Velhasıl kelam, Prag seferinde muvaffak olamadım.  Bu seferden 4-5 yıl önce de Rusya’ya gitmiş ve hem Leningrad’da hem de Moskova’da aynı hazinenin peşine düşmüştüm. Kızıl Meydan yakınlarında bir kitap satıcısı bana İngilizce “Birader (Brother) yaklaşık 10 yıl geç kaldın. 10 yıl kadar önce onlardan elimizde ganiydi, ancak hepsini topladık ve kâğıt fabrikasına sattık” demişti. Ben tam “Bu başarılı ticari stratejinizden dolayı sizi tebrik ederim, başarılarınızın devamını dilerim” diyecektim ki kendimi tuttum. Hafıza silme operasyonu değişik görünümler altında işletiliyordu.

Neticede bunca seferden sadece Lehistan’dan muvaffakiyetle dönmüştüm. Ödülüm de en altlara atılan ve gözden çıkarılan bir kopya idi. Kapitalizmin bu ülkelerde sergilediği görüntüler ise açıkçası pek çok açıdan içler acısıydı. Moskova’dan Leningrad’a trenle giderken yol boyunca küçük yerleşim birimlerinin içinden geçmiştik. Dökülme, dağılma ve umursamazlık bir garip manzara-i umumiye yaratmaktaydı. Her şey sanki kendi kaderine terk edilmişti. Paslanmışlık ve çürümüşlük yapılarda, köprülerde ve tüm yapılarda ayan beyandı. Varşova ise ikili görünümün en çarpıcı kanıtıydı sanki; bir taraftan vergi neredeyse yok denecek kadar düşük olduğu için Avrupa’daki merkezlerini buralara taşıyan azman kapitalist firmaların o cafcaflı, ışıl ışıl gökdelenleri diğer tarafta ise iç çamaşırlarını bile satmaya çalışan yoksullar. Prag bir tür açık hava müzesine dönüştürülmüştü, her şey bir teşhir ürününe veya bir müze unsuruna dönüştürülmüştü, insanlar bile. Tüm kent bir yaşam alanı olmaktan çıkmış, aksesuarlaşan insanların turist kafilelerini misafir ettikleri bir gösteri alanına dönüşmüştü. Tüm bunlar olurken Marx’ı sessizliğin sansürüne itivermişlerdi. Sosyalist geçmiş bir tür prehistoryaya, tarih öncesine dönüşmüştü. Yoksullaşmışlardı ve artık daha ortakçısını ve daha iyisini isteyecek umutları ve mecalleri yoktu. Kapitalizme ise akıl dışı bir refleksle bağlanmışlardı.

Yıllar önce İsveç’te doktora sonrası araştırma için bulunmaktaydım. Beni ağırlayan üniversitede çok sayıda Romen doktora öğrencisi ve araştırmacı da vardı. Çoğunun hayali Romanya’ya bir daha geri dönmek zorunda kalmamaktı. Kapı komşum olan ve üniversitede doktora eğitimi alan Romen kadınla bir kez Sosyalist dönem üzerine konuşmuştuk. “O günler çok kötüydü” demişti, ben nedenini sordum. Bana “Sabahları her eve bedava süt dağıtılırdı. Ancak damacanalarla dağıtılırdı ve zavallı annem sütü damacanadan küçük şişelere paylaştırmak için helâk olurdu” dedi. Suçları büyükmüş hakikaten. Bedava sütü damacanayla dağıtmak yerine küçük şişelerle dağıtsalarmış sosyalizm çözülmeyecekmiş. O anda ona söyleyecek çok şey vardı, ama sustum.