Bize daha fazlası gerek

Geçtiğimiz Temmuz ayında bir müezzinin, kadın soyunma kabininde gizlice video çekerken yakalandığını hatırlarsınız. İfadesinde 'yan kabinde arkadaşım olduğunu düşünerek, şaka maksadıyla cep telefonumla video ve fotoğraf çektim' demiş. "Şaka gibi bir ülkede yaşıyoruz zaten, müezzin de kendine düşeni yapmış" deyip geçebiliriz ama geçmeyelim.

Neredeyse her gün bir gerici yazardan ya da siyasetçiden ahlak dersi dinliyoruz. Onlara göre başımıza gelen tüm kötülüklerin nedeni, dinin gereklerini yok sayarak kurduğumuz yaşam biçimi. Halbuki kadın her yerini örtse, evden çıkmasa, çok konuşmasa ne tecavüz olacak ne şiddet, ne cinayet. Yoksulluğun, hırsızlığın her tür belanın anası kadın. 

Yeni Akit yazarı Ahmet Gülümseyen de o söylevcilerden biri. Kadınların güreşmesine taktı bir ara, sonra da kadın voleybolcuların formalarına. Kadın düşmanlığını sık sık kusuyor köşesinde. Geçtiğimiz günlerde de “Kız çocuklarına bayan, erkek çocuklarına erkek öğretmen olması elbette daha iyi olur! Tersi olsa, ne olma ihtimali var? İnsan düşünmek istemese de bir anda aklına okulda, sokakta, alışveriş merkezleri gibi birçok sosyal alanda yaşanan ‘taciz’ olayları geliyor. Böyle bir durum kişiyi şüpheye iterken, o şüpheler ‘şeytana’ adeta davetiye çıkarıyor” diye yazdı. 

Soyunma kabininde gizlice video çeken müezzin de taciz ettiği kadın kendisinden şikayetçi olmasın diye çok yalvarmış, "şeytana uydum" demiş. Şeytan hep kadınlara yakın yerlerde ve en çok da adını ağzından düşürmeyenlerin hizmetinde.

Son dönemde kadınların başlarına gelenler, “Kadın Olduğum Gün” adlı İran filminden sahneleri çağrıştırıyor. Film, baskı altında yaşayan kadınların günlük yaşamlarından kesitleri anlatan üç bölümden oluşuyor.

İlk hikayenin kahramanı dokuz yaşında bir kız çocuğu. Bir gün uyanıyor ve annesinden duyduğu “sen artık kadın oldun” cümlesiyle tüm yaşamı değişiyor. Vücudundaki fiziksel değişimleri bile kavrayamayan, daha dün sokakta oynayabiliyorken bugün neden çıkamadığını sorup duran ve üzerine geçirilen çarşafla ne yapacağını bilemeyen çocuğun, kadın olduğu güne tanık oluyoruz.

İkinci hikayede, eşinden gizli bisiklet yarışına katılmış genç bir kadının isyanını görüyoruz. O pedalları çevirdikçe biz de nefessiz kalıyor, onunla birlikte kurtulmak istiyoruz üzerimizdeki tüm yüklerden. Ailenin tüm erkeklerinin ayrı ayrı beklenmedik anlarda ortaya çıkışları, bugün dört bir yandan üzerimize saldıran gericileri hatırlatıyor. 

Üçüncü öykü ise yaşamı boyunca hayalleri gerçek olamamış yaşlı bir kadını anlatıyor. Tüm arzuların yeniden hayat bulması ile geç kalmışlık duygusu birbirine karışıyor bu bölümde. Özgürlüğe gönderme yapan finalle birlikte ‘kadın nasıl özgürleşir’ sorusu kalıyor aklımızda. 

Kadının özgürleşebilmesi için ne gerekir? Başındaki örtüden kurtulmak, istediği gibi giyinebilmek? İstediği okula gidebilmek, istediği işi yapabilmek? İstediği kişi ile evlenebilmek ya da evlenmemek? Boşanabilme ya da çocuk sahibi olmama hakkı? 

Kendine özgü yapısı, farklı dokusuyla İran’ı bir kenara koyarsak; bu filmin bu yazıya konu olmasının nedenlerinden biri, kadın olmaktan kaynaklı sıkışmışlığımızdaki benzerlik. Kadına şiddet ve kadın cinayetleri haberlerine yetişemediğimiz bu günlerde, bir de gericilerin kadın düşmanı söylemleri yetiyor da artıyor bizi o sıkışmışlığa itmeye. Yukarıda sıraladığımız soruları düşünmeye başlıyoruz sonra. 

Film, her ne kadar duygudaşlık yaratsa, baskı altındaki kadınların yaşamlarını gerçeküstü ve etkileyici bir biçimde anlatabilmeyi başarsa ve hatta içinde bir isyan barındırsa da sorularımızı yanıtsız bırakıyor. Kendisi de bir kadın olan yönetmen Marziyeh Meshkini (Marziye Meşkini), bir söyleşisinde ısrarla filminin politik olmadığını vurguluyor. Niyetinin sadece yaşamlarını başka insanlara anlatmak ve dönüştürebilmek olduğunu söylüyor. Kendisinin de tıpkı filmdeki çocuk gibi dokuz yaşında kadın olmaya zorlandığını, filmin çekim süreci dahil yaşamının her alanında kadın olmanın getirdiği güçlüklerle mücadele ettiğini söylüyor. Ünlü İranlı yönetmen Muhsin Mahmelbaf’ın eşi olduğu için filminin kendisi değil kocası tarafından çekildiği bile iddia edilmiş. Hem kendi yaşadıklarının hem de filminde anlattıklarının aslında politikanın bir parçası olduğunu görmediği (görmek istemediği) için belki yarım bırakıyor filmini. Bir yanıtının olması zorunlu değil elbette ama izleyenler olarak, kadınların özgürlük arayışlarını bir yere yerleştiremiyoruz. Yine de yönetmenin bıraktığı yerden alıp ‘bize daha fazlası’ gerek dememizi sağlıyor. Peki bize gereken ne?

Biliyoruz ki sadece İran’da değil dünyanın her yerinde dinci gericilik en çok kadını baskı altında tutuyor. Türkiye’de dokuz yaşındaki çocukla evlenilebileceğini söyleyen, kız çocuklarının bacaklarından tahrik olan ya da arada kadını dövmenin gerekliliklerini anlatanlar aynı yerden besleniyor. Dünyanın geri kalanı ve hatta modernliği propaganda eden pek çok batılı ülkede de kadınlar baskı ve şiddete maruz kalıyor. 

Bugün kadının toplumsal yaşamdaki yerini orta çağ karanlığına götürme çabasında olanlarla mücadele etme zorunluluğumuzun tartışılır tarafı yok. Ancak tek başına bu mücadele, kadını eşit ve özgür kılmaya yeter mi sorusunu da sormak durumundayız.

Dinci gericilik, tarih boyunca kapitalizm ile birlikte gelişti, kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda topluma şekil verdi. Çıkarlarının ortaklığı birlikteliklerini bugüne dek taşıdı. Kapitalizm sömürüden kaynaklı eşitsizliğini başka eşitsizliklerle kapatmaya muhtaçtı. Kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik de, milliyetçilik de, din de hep buraya hizmet etti. Biz bunlarla uğraşırken sistem çarkını döndürebiliyor ve milyonlarca emekçinin sırtından kazanmaya devam edebiliyordu.

Bu nedenle, gericilikle mücadele ederken kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin temel nedeni olan kapitalist düzenle mücadeleyi önümüze koymadığımız sürece kadın öyle ya da böyle aşağılanmaya devam edecek. Eşitlik de özgürlük de birer yanılsama olarak geçip gidecek hayatımızdan, tıpkı bir filmi izler gibi bakıp kalacağız ardından.

Filmin en etkileyici sahnelerinden biri, kız çocuğunun kadın olduğu için takması gerektiği söylenen çarşafını başka bir çocukla oyuncak karşılığında değişmesi. Çıkarıp atıyor başından çarşafı ve minicik bir oyuncağa sahip olmanın mutluluğuyla gülüyor gözleri. O mutluluk sürebilsin diye, çocukların masumiyetini öldürenlerin olmadığı bir yaşamı yeniden kurmak zorundayız. Bu düzeni alt üst etmek için ‘biz hazırız’ diyebildiğimiz gün, isyanımız ve öfkemiz yerini bulacak. Eşitlik ve özgürlük talebimiz gerçek olacak.