Rejim Değişiyor

Yeni açıklanan anayasa değişiklik paketi, geçen yazımızda değindiğimiz tehlikeleri fazlasıyla içeriyor. Kuvvetler Ayrılığı ilkesi, bu paketle tümüyle ortadan kalkıyor. Eleştirdiğimiz bir düzenin nasıl yönetileceğine ilişkin sorunlara ilgisiz kalınması durumunda bu yapının en az kayıpla –kayıp derken önce insani kayıpları kastediyoruz, ardından da ekonomik, toplumsal ve politik kayıpları düşünüyoruz- büyük çoğunluğun yararına değiştirilebilmesi için, evrensel hukuktan uzaklaşılmasının getireceği büyük ek sorunlarla da boğuşmanın göze alınmış olması gerekir. Rejim, bu nedenle ezilen milyonlarca insanın durumunun iyileştirilmesi mücadelesinde önemlidir İran'da örneğin, bir gösteri yürüyüşü yapılabilmesi için otuz (30) yıl gerekmiştir.

Hak arama mücadelesine 1961 Anayasası'nın getirdiği olanaklar, 1971 ve 1980 darbeleriyle sınırlanmış ve en son olarak da 1982 Anayasası ile iyice budanmışken bile, kuvvetler ayrılığı ilkesi bir ölçüde de olsa muhafaza edilebilmişti. Bu ilke, nedir?

Kuvvetler ayrılığı yasama, yürütme ve yargı olarak tanımlanan devletin en önemli üç unsurunun, birbirlerinden bağımsız olarak çalışabilmelerini anlatır. Yasama, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin oluşturduğu bu erk başlıca iki görevle yükümlüdür: yasa koymak ve değiştirmek, yürütme'yi denetlemek. Yürütme, işlerin yürütülmesidir, Bakanlar Kurulu eliyle yapılır, başında Başbakan bulunur. Yargı, tüm yargı çalışmalarını kapsar ve yasama ile yürütme'den ayrıdır, kendi ilkelerine göre çalışır ve adalet dağıtır. Kuvvetler ayrılığı, bir rejim'in adıdır. Bu rejim iyi mi işliyordur, kötü mü, bu bir tartışma konusudur, ancak 'özenilen' 'Batı Demokrasileri', bu rejimle yönetilmektedir.

Türkiye'de de, 1982 Anayasası, kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanmaktadır. Bu ilke, darbeden bu yana geçen otuz yılda ne ölçüde işlemiştir?

Mevcut Siyasi Partiler Yasası ile Seçim Yasası, bu ilkeyi –bize göre, bilerek- zedelemiştir. Siyasi Partiler Yasası, partilerin merkez organlarına ve de büyük ölçüde başkanlarına, milletvekillerini belirleme olanağı vermektedir. Milletvekilleri, bölgelerindeki çalışmalarının karşılığı olarak değil, genel başkanlarının 'teveccühü'ne bağlı olarak TBMM'ye gelebilmektedirler. Bu durum, yasama erki'nin Anayasa'da belirtilen görevlerini yerine getirmesinin önünde engeldir. Milletvekilleri, tek tek, yasa koymak, değiştirmek ya da kaldırmak olan birincil görevlerini, genel başkanlarından izinsiz yerine getirememektedirler. Yasama'nın ikinci önemli görevi, yürütme'yi denetlemektir. Milletvekilleri, hele de iktidar partisi üyesiyseler, yürütme'yi denetlemek gibi bir iş yapacaklarını akıllarından bile geçiremezler. Böylelikle, yasama, yürütme'nin denetimine girmiş olmaktadır. Bu durum, Seçim Yasası ile de, görece az oy alan eğilimlerin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde temsil edilememesiyle pekişmekte, yürütme'nin denetimi olanaksızlaşmaktadır.

Yargı da, iktidar gücünden kaynaklanan bir dizi olanağın devreye sokulmasıyla yürütme'ye itiraz edemeyecek, kendi asli işini yapamayacak bir durumda bulunmaktadır. Yeni paket, Yüksek Yargı organlarını da kısmen yürütme'nin, kısmen de yasama'nın –dolayısıyla yürütme'nin- kararlarına tümüyle uyumlu hale getirmektedir.

Böylelikle, rejim değişikliği tam anlamıyla gerçekleşecektir. Seçimlerde, bundan böyle, seçmen, bir partiyi iktidara getirmeyecek, bir sultan, padişah, otokrat seçecektir. O sultan, otokrat da, yürütme, yasama ve yargı'ya tek elden hükmedecektir. Bu, daha önce değindiğimiz gibi, 19. yüzyılın ilk yarısındaki Osmanlı İmparatorluğu'na, Sultan'ın gücünün hiç bir şekilde denetlenemediği, etkilenemediği döneme geri dönüş anlamına gelmektedir.

Hak arama mücadelesi bağlamında yapılacak her şey, tek bir kişinin iznine tabi olunca (Dağıtırım toplantınızı!) kim, kimler, haklarını nasıl arayacaklardır? Hakkını aramak isteyenler, bu amaçla eyleme geçtiklerinde, savaşa gider gibi bir psikoloji içine mi gireceklerdir? En basit bir tepkiyi ortaya koyabilmek, coplanmayı, gaz bombasıyla boğuşmayı –gözaltılarını, tutuklanmaları, yargılanmaları saymadık daha- göze almayı zorunlu mu kılacaktır? Herkes, yürütme, yasama ve yargı erklerini şahsında birleştirmiş olan başbakan gibi düşünmek, onun dediklerini yapmak zorunda mı bırakılacaktır? Bu rejimin adı ne olacaktır?

Hak verilmez alınır, denir ya, sermaye sınıfı emekçilere bu süreci yaşamayı yeniden ve yeniden dayatıyor. Gıdım gıdım kazanılmış olan haklar bir çırpıda geri alınıyor, sonra uğrunda yeniden mücadele edilmesi zorunlu kılınıyor. Promete'nin durumundan bile beter bir duruma insanlar, milyonlarcası, sokuluyor.

Seçimler, seçmenin görüşünün sorulur gibi yapıldığı dönemler, çok çok iyi değerlendirilmek zorunda. Artık, Obeliks şımarıklığına yer yok, seni aylarca, yıllarca hiç bir karşılık beklemeksizin desteklemiş olan insanlara bir çırpıda, sempatik sunulmaya çalışılan ihanetlerle karşılık verilebilmesini önlemek durumundayız. Dört yılda, üç yılda bir görüşü sorulacaksa, politik katılımları bu kadarıyla sınırlı kalacaksa insanların, doğru dürüst, ilerde çocuklarına hiç olmazsa boyunlarını bükmeden, utanmadan anlatacakları bir eylemde bulunmaları gerektiğinin iyice vurgulanması gerekli önce. "Padişah seçtik, çoğunluğuna katıldık, o da bizim canımıza okudu," demek yerine, "Bazı insanlar geldiler, hiç bir karşılık beklemeksizin bizi desteklediler, haklarımızı korudular, biz de onlara, daha önce yaptığımız gibi ihanet etmedik, oy verdik bu kez, iktidara o seçimlerde gelemeyeceklerini bildiğimiz halde, oylarımızla onları hem de kendimizi onurlandırdık," diyebilirler çocuklarına.

"Padişah seçmeyin kardeşlerim, kardeşlerinizi, sizden olanları seçin, size hiç ihanet etmemiş olanları onurlandırın, kişisel çıkarlarını çoğunluğun iyiliği için hiçe sayanları destekleyin," demek gerekiyor seçmene, artık ne kadar başarılı olunursa. Aksi halde, padişahlığa geri dönüldüğünde, 1 Mayıs'larda geride kalanlarla helalleşip sokağa çıkmaktan, orantılı-orantısız güç kullanmaya meraklı olanlar tarafından tehdit edilmekten kurtulamayız. 2010 yılında, bunları konuşup yazıyoruz işte.