YÖK Yine YÖK

Kasım ayı, sonbahar aylarından biri olsa da, belli olmaz son günlerde olduğu gibi pastırma yazını da yaşatır, soğuk da yapar kurak da gider, yağmur da yağar. Özetle Kasım ayı doğal olaylar açısından değişken bir aydır.

Kasım ayının bu doğal değişkenliğinin, kısa bir süre Atatürkçü takılması dışında 6 Kasım ürünü olan YÖK'e hiç yansımadığı görülüyor. YÖK, kurulduğu günden bu yana mıh gibi duruyor, değişmiyor kuruluş işlevini, Orhan Kemal'in "Bekçi Murtaza"sı gibi sürdürüyor, hiç aksatmıyor.

Bu değişmezliğin bir boyutu 6 Kasım 1981 tarih ve 2547 sayılı yükseköğretim yasasından kaynaklanıyor. Bu yasa, YÖK'ün ve yükseköğretim sisteminin, genelde ülkeye hakim olan siyasal düşüncenin güdümünde olacak bir biçimde yönetilmesini sağlıyor. Bu sistem üniversitelerin bilgi üreterek ve eleştirel aklı geliştirerek kamu yararına hizmet vermesini engellemeye yarıyor.

YÖK anayasal bir kuruluş olsa da, anayasaya göre bu devlet, laik demokratik ve sosyal hukuk devleti olsa da, bu değerlerin hiçbiri YÖK'ü bağlamıyor. YÖK uygulamaları, laiklikle, demokratiklikle, sosyal hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmadığı gibi bilimsellikle de bağdaşmıyor.

Türk-İslam sentezini, YÖK Başkanı İhsan Doğramacı'nın da üye olduğu Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurulu kabul etmişti. 10 yıl boyunca, Doğramacı'nın belirlediği çoğu tutucu, faşist ve/ya da dinci olan adaylar arasından üniversitelere rektörler ve dekanlar atanmıştı. Üniversiteye başı kapalı gelmeyi yasaklayan da "türbanla girilebilir" diyen de Doğramacı'ydı. Daha sonra YÖK başkanı olan Mehmet Sağlam ile (28 Şubat 1997'ye kadar) Kemal Gürüz de genellikle bu nitelikteki adayların göreve getirilmesine önayak olmuş ve türbana ses çıkarmamıştı. İnkılâp Tarihi Enstitüleri, bu başkanlar sayesinde genelde sağcı kadrolaşmaların merkezine dönüşmüştü. Kadın eli sıkmayanlar, "Kocası razı olduğu halde ölen kadın cennete gider. Peygamber efendimiz kadının huysuzluklarına katlanan erkeğe mükâfat verir" ve "Din eğitiminin, İslam'ı istemenin bilime aykırı bir yönü yoktur: Çünkü bilim kanunlarını Cenabı Hak Teala koymuştur" gibi vecizeleri(!) dile getirenler, bu başkanlar sayesinde o yıllarda yönetici olmuştu.

Mustafa Altıntaş'ın 2002 yılında çıkan "YÖK ve hukuk" adlı kitabı, YÖK'ün hukuksuzluğunu belgeleyen bir kitap niteliğini taşıyordu. Hukuk tanımayan YÖK'ün demokratikliği söz konusu bile olmuyordu. Hukukçu olduğu için demokratik olacağı sanılan YÖK'ün bir önceki başkanı bile, rektör adaylarını mülakata alma sürecini başlatmakta bir sakınca görmüyordu.

Doğramacı kendi vakfına Bilkent Üniversitesi'ni kurdurmuş ve seçkin kamu üniversitelerine özel statü verilmesine çalışmıştı. Özel sektör deneyimi olan Sağlam, paralı ikinci öğretimi sisteme hediye etmiş, Allahtan bir taslak hazırlayacak kadar başkanlıkta kalmamıştı. Gürüz kendini girişimci üniversiteye ve sermayeye iş yapacaklara 6 kat maaş ile araştırma profesörü unvanı vermeye adamış, sık sık bu doğrultuda yasa taslakları hazırlamıştı. Teziç ve arkadaşları da, 2006'da hazırladıkları Yükseköğretim Strateji Raporu ile girişimci üniversiteye geçişin kaldırım taşlarını döşemek istemişti. Tüm YÖK başkanlarının vakıf üniversitesi hayranlığı, kimi başkanlarla YÖK üyelerinin vakıf üniversitelerinden seçilmesi, vakıf üniversitelerine yasal olmayan ormanlık arazilerinin tahsis edilmesi YÖK'ün "sosyal" niteliğinin "bonusları" gibiydi.

YÖK'ün bilimselliği de, proje çalışmalarıyla ve genelde anamalcı anlayışın denetiminde olan uluslararası dergilerde yayın çıkarmayla sınırlıydı.

Geçmişi böyle olan YÖK'ün, AKP yandaşı başkanı ve üyeleriyle, yeni seçilen/atanan "türbancı" rektörleriyle de, nalını boş verip mıh gibi duruşunu türbanla örteceği görülüyor.

YÖK'ün mıh gibi olmasının bir nedeni de siyaset yapanlar oluyor. Demokrat ayaklarına yatan siyasiler, "YÖK yasasını değiştireceğiz" diye nutuklar atıyorlar. Ancak yasayı değiştirecek gücü ellerine geçirdiklerinde, birden titreyip kendilerine geliyorlar, "Biz ne yapıyoruz" diyerek dediklerini unutuyorlar ve fırsat bulurlarsa yasayı daha vahim hale getiriyorlar.

Anımsarsınız AKP iktidar olur olmaz, gelişmiş ülkelerdekine benzer bilimsel ve demokratik yükseköğretim yasası hazırlayacağız diyerek ortalığı toz dumana katmıştı. Sonunda onlar da doğru yolu (!) buldular TÜBİTAK'ta yaptıkları gibi doğrudan yasayı değiştirmediler. Olaya damardan girerek YÖK'te çoğunluğa ulaştılar ve var olan üniversite sayısının (neredeyse hiçbir ek kaynak üretmeden) ikiye katlayarak yeni üniversitelere kendilerinin rektör atayacağı bir düzenleme getirdiler.

YÖK'teki değişmezliğin bir boyutu, genellikle YÖK başkanı ve üyeleri ile üniversite yöneticilerinin tutum ve davranışlarından kaynaklanıyor. Bu görevlere gelenlerin çoğu, birden bulunmaz Hint Kumaşı oluveriyor, kraldan daha kralcı davranıyor. Bilim insanı olduklarını (belki de hiç olmayan) demokratik değerlerini çabucak unutuveriyorlar. Kendileri hep bu görevde kalacaklarmışçasına, yasayı daha da katılaştıracak ve kendilerini daha da güçlendirecek yolları arıyorlar. Daha da vahimi, üniversiteyi ticarethaneye dönüştürecek, emekçinin haklarını yok edecek, esnek istihdama yol açacak, öğretim elemanını bilimin üretimi, paylaşımı ve yayılması sürecinden uzaklaştırıp para basma makinesine dönüştürecek önerileri kolayca ve sıklıkla dile getiriyorlar.

YÖK'teki değişmezliğin bir başka boyutu üniversite çalışanlarından kaynaklanıyor. Üniversite çalışanlarının büyük çoğunluğu, yasanın içeriğini, YÖK'ü ve YÖK uygulamalarını, üniversitesinde, ülkesinde ve dünyada olup bitenleri kendine dert etmiyor. Kimileri, kendilerini "bilime adamış" sanıp avunuyor kimileri böylesine bir bahaneye bile sığınma gereği duymuyor. Büyük bir çoğunluk, sistemin birebir hışmına uğramış olsa da, büyük bir teslimiyet içinde ve rahatsız olmadan, hakkını aramayı aklından bile geçirmeden işlerini yürütüyor. Onlar için, "gelen ağam ve giden paşam" oluyor. Yeniliklere(!) çabuk ayak uyduruyorlar. Türkiye'nin altını oyacak projelere Toplam Kalite Yönetimi, eşyetkinlik (akreditasyon), performans değerlendirmesi gibi üniversiteyi bir ticarethaneye dönüştürecek oluşumlara balıklama dalıyorlar.

İnsan kaynağı açısından YÖK'ün en olumsuz yanlarından biri, sorgusuz sualsiz kendini bir şeylere kolayca kaptıranları üretmesi oluyor. Bu nedenlerle üniversitelerin önünün açılması için YÖK'ün kaldırılması, yükseköğretim yasasının kamusal, bilimsel, demokratik ve özerk üniversiteye dönüşümünü sağlayacak şekilde değişmesi kaçınılmaz oluyor. Ancak meclisteki siyasilerle bir değişim sağlayacak taslakların hazırlanması hayal bile edilemiyor.

Tüm umutlar, üniversitenin "üniversite" olması için çabalayanlarda odaklanıyor. Bu umudu tüketmemek, beslemek ve yaymak gerekiyor.
[email protected]