YÖK Bolonya Sürecini 66’ya Bağlamış (IV)

Bu yazı dizisi okuyucuyu sıktığı gibi, Bolonya Süreci (BS) de parasalcı olmayanlarla her türlü sömürüye karşı olanları sıkıyor.

Türkiye’de bu sıkıntıyı yaşayanlar az olsa da, AB üyesi ülkelerde bu sıkıntı çok daha güçlü hissediliyor.

Düşünen ve duyarlı olan, kim olursa olsun, nereli olursa olsun ekonomik küreselleşmeye karşı olduğu gibi, BS’ye de karşı çıkıyor. Örneğin, 1999 Bolonya Bildirgesi’nde AB’li bakanların, “Avrupa’nın fevkalade bilimsel ve kültürel geleneklerinden” söz etmesini yadırgıyor. Bu söylemin narsis ve faşizan bir ifade olduğunu da, üniversiteyi “fevkalade olanı” korumaya ittiğini de görüyor insanlık adına ve bilim adına rahatsız oluyor. Çünkü üniversitenin hiçbir şeyi fevkalade bulmaması, tam tersine her şeyi, her zaman, her yerde ve her koşulda irdelemesi, eleştirmesi ve geliştirmesi gerektiğini biliyor.

Duyarlı olanlar Bolonya Bildirgesi’ndeki, “lisans derecesi Avrupa iş dünyasının beklentilerini karşılayacak düzeyde olacaktır” ifadesini yadırgıyor. Bildirgede, iş dünyası da dahil toplumdaki tüm kesimlerin gereksinimleri anlamına gelen “toplumsal gereksinimlerin” değil de yalnızca “iş dünyasının gereksinimlerinin” vurgulanmasının BS’nin asıl hedefinin iş dünyasının gönenci olduğu anlamına geldiğini görüyor ve insanlık adına, emek adına, üzülüyor. Çünkü iş dünyasının beklentileri ile toplumsal beklentilerin çoğu kez taban tabana zıt olduğunu ve iş dünyası varsıllaştıkça toplumun genelinin yoksullaştığını biliyor.

Düşünen ve duyarlı olanlar, bu temel anlayışla başlayan BS’den, küreselleşen ve serbestçe dolaşan iş dünyası hariç, kimseye yarar gelmeyeceğini görüyor.

Bolonya Bildirgesi’nin üzerinden on yıl geçtikten sonra Lüven toplantısına katılan bakanlara göre, yaşamboyu öğrenme, “niteliklerin edinilmesini, bilgi birikiminin artırılmasını, kişisel gelişimin sağlanması için yeni beceri ve yetkinliklerin kazanılması” anlamına geliyor. Yaşamboyu öğrenme kavramındaki insancıl ve toplumsal boyutları yadsıyan ve öğrenmeyi iş dünyasında kullanılacak olan yetkinlik ve yeterliklerle sınırlı gören bu BS anlayışı da yadırganıyor.

BS’de, öğrenci ve öğretim elemanı değişimi/ hareketliliğine önem veriliyorsa da, bu programların, hemen her konuda olduğu gibi yalnız varsıllara ayrıcalık getirmesi, can sıkıyor. Çünkü AB belirli oranlarda destek verse de, Türkiye’deki yoksulun-dar gelirlinin, gittiği yörede karşılaşacağı değişik harcamaları yapacak parasal gücü olmadığı gibi, genelde devlet okullarında okuduğundan oralarda iletişim kuracak kadar yabancı dil bilgisi de bulunmuyor.

BS’de sık sık üniversitelerin bağımsızlığı ve özerkliği üzerine vurgu yapılsa da, özerkliğin üniversitelerin kendi kaynaklarını kendilerinin üretmesiyle, mali özerklikle, sağlanacak olmasının ne anlama geldiğini bilenleri ve (bir kez daha) BS’nin odağında da iş dünyasını-sermayedarın olduğunu görenleri afakanlar basıyor. Çünkü bu anlayışın üniversiteyi bir ticarethaneye dönüştürüp sermayenin güdümüne bırakacağı ve bilimin toplum yararına kullanılmasının engelleneceği biliniyor.

Kimileri BS’yi, uluslararasılaştırmanın temel modellerinden biri olup hegemonik bir sürecin buzdağının su yüzünde kalan kısmı olarak görüyor. Kimileri BS’nin, yükseköğretimin piyasa ekonomisinin beklentilerine uygun hale getirilmesi süreci olduğunu söylüyor. Kimi geçmişte kültürel bir süreç olarak görülen yükseköğretimin artık tüketim aracı olan bir mal olarak görüldüğünden söz ederken bir başkası BS’nin, AB ülkelerinin normlarının, ideallerinin ve dillerinin dünyaya yayılmasının en etkili yolu haline geldiğini belirtiyor. BS ile ilgili eleştiriler devam edip gidiyor…

A. Verger ve J. P. Hermo, “BS ile dayatılan Anglosakson üniversite kültürü ve bu sürecin parasal, fiziksel ve insan kaynaklarına gereksinimi yoğun olan ve öğrenci sayısının fazla olduğu özellikle merkezi ve güney Avrupa’da bu sürece karşı çıkanlar fazla” olduğunu belirtiyorlar (bkz. 2010’da Küreselleşme Toplumlar ve Eğitim (Globalisation Societie and Education) dergisi, 8,1, 2010). “İspanya, Yunanistan ve Fransa başta olmak üzere pek çok AB ülkesinde BS’ye karşı kitlesel gösterilerin yapıldığına” işaret ediyorlar.

Bu gösterilerde, “Bankalar (üniversiteden) dışarı, herkes birlikte Bolonya çöpe” gibi sloganlar atılıyor. Gösteri yapan öğrenciler, YÖK’ün kitapçıkta savunduğunun tam tersine, programların içeriğinin azaltılmasından, lisansüstü eğitimin daha da paralı olmasından, öğrenciye daha da güç duruma düşürecek kredi sisteminden, üniversitelerin rekabet içine girmesinden ve sürecin eşitsizlikleri artırmasından yakınıyor yapılacak yeniliklerin tepeden değil de üniversite toplumuyla birlikte yapılmasını savunuyor.

Yurt dışında bunlar olurken bizim Başkan Özcan, BS’yi 66’ya bağlayan kitapçığı, “yükseköğretimimizi daha şeffaf, daha tanınır ve daha rekabet edebilir bir yapıya kavuşturmak için tüm paydaşlarımızın katkılarını bekliyorum” diyerek “yükseköğretim kurumlarımıza, öğretim elemanlarımıza, öğrencilerimize ve paydaşlarımıza sunuyor” (YÖK, 2010d: 1)! Rekabetin ülkeyi nereye getireceği de bugünden belli oluyor: Üniversiteler, üniversiteye giriş sınavlarında yüksek puan alan öğrenciyi kendilerine çekmek için onları ev ve araba rüşvetiyle kandırmaya çalışıyor. İnsan, yarın ne tür rüşvetlerin ortaya çıkacağını düşünmek bile istemiyor.

AB ülkeleri, BS konusunda çalkalanıyor. Türkiye ise, sınırlı bir kesim dışında, büyük bir sessizlik ve teslimiyet içinde kaderine boyun eğiyor 66’ya bağlanmanın rehavetini yaşıyor.

[email protected]