Üniversitenin “üniversite”yi bitirişi (III): Üniversiteye Başbakan’ın adı!

Akademisyenlerin kendi kurumlarının üniversiterliğini bitirişi hiç beklenmedik alanlarda oluyor. Bir üniversite, üniversiteye başbakanın adının verilmesi kararını alıyor!

Park, cadde, meydan ve üniversite gibi yerlere verilen adlar, her zaman tartışma yaratıyor. Böylesine kamu malı olan yerlere verilecek adlar genelde o yörenin siyasal organları tarafından belirleniyor. Yaşayan bir kimsenin hele bir siyasetçinin adının verilmesi, tartışmaları çok daha fazla tetikliyor. Rahmetli olmuş bir kişinin adının verilmesi bile tartışmaları azaltmıyor. Bir belediye meclisinin “A” adını verdiği parka, bir sonraki belediye meclisi “B” adını vermesi, işi iyice sulandırıyor.

Üniversitelerin fahri doktora vermesi ile oluşturdukları yapılara, salonlara, kapılara istedikleri adı vermesi olağan olsa da, üniversitenin kendi adı için karar alması alışılmamış bir durum yaratıyor. Fahri doktora alan medyatik bir kişiyse bu konu medyada yer alıyor, sonra unutulup gidiyor. Ad verilmesi, böylesi unutulmayı önlediğinden daha da tartışmalı bir konu oluyor.

“Başbakanın adı üniversitemizin adı olsun” kararını üniversite senatosunun alması, işi iyice çıkmaza sokuyor.

Üniversitenin akademik işleriyle ilişkili bir birim olan senato, YÖK’ün belirlediği rektör ve dekanlar, rektörün belirlediği rektör yardımcıları, enstitü ve yüksekokul müdürleri ile genelde dekanın tensip buyurduğu fakülte temsilcilerinden oluşuyor üniversite çalışanlarını hiçbir şekilde temsil etmiyor. Üniversiteye ad verme işi, lisans/lisansüstü program alanlarının, ders programlarının, ders geçme düzeninin, diploma almayı hak etme koşullarının belirlenmesi gibi akademik bir iş olmuyor. Üniversiteyi temsil etmeyen kurul, üstelik kendi işi olmayan bir konuda karar alıyor. Senato bu işe neden soyunuyor?

Siyasal açıdan bakıldığında, toplumun bir yarısı Başbakan’ı desteklerken öbür yarısının onun icraatlarından memnun olmadığı biliniyor. Öğrenim düzeyi yükseldikçe Başbakan’dan memnun olmayanların oranının yükseldiği de biliniyor. Bu durum, Başbakan’a muhalif kesimlerin en çok üniversitede olduğunu gösteriyor. Bu durumu bile bile Senato bu işe neden soyunuyor?

Her üniversitede, farklı siyasal eğilim sahibi insanlar çalışıyor, Başbakan’a ve onun partisine oy vermiş insanlar da bulunuyor. Tüm üniversite çalışanları siyasal olarak Başbakan’ı desteklemiş olsa bile üniversiteye Başbakan’ın adının verilmesi pek beklenmiyor. Çünkü bir partiye oy verse de ve o partiye üye olsa da, akademisyenin, (siyasal açıdan) partizan olmaması bekleniyor. Yarıya kadar su konmuş bir bardağa bakan akademisyenden, ortalama insanların diyeceği gibi “Bardak yarıya kadar dolu” değil de, “Bardağın yarısı neden boş, yarısı neden dolu” diyerek durumu irdeleyip eleştirmesi bekleniyor. Siyasal gücün aldığı kararları ve gerçekleştirdiği uygulamaları, öncelikle, bu konularda araştırma yapan, bilgi üreten ve uzman yetiştiren üniversitenin irdelemesi, eleştirmesi ve yeni öneriler üretmesi bekleniyor.

Ad değişikliği isteyen üniversitede, fen-edebiyat, eğitim, iktisat, su ürünleri, tıp ve ilahiyat fakülteleri bulunuyor. Bu üniversitede hukuk ve siyasal bilgiler fakültesi olmadığı için ülkede yaşanan hukuksuzluklar, polis devletine doğru hızla yol alış, toplumun kamplara ayrılması ve komşu ülkelerle savaş ortamına sürüklenişimizi bir yana bırakalım Bu üniversitedeki fakülteleri (senatörleri) birebir ilgilendiren konulardaki son icraatları özetleyelim.

635 ve 651 sayılı KHK’lerle bilimsel araştırma yapan Feza Gürsoy Enstitüsü, TÜBİTAK ve TÜBA siyasetin emrine verilip piyasalaştırılıyor. Sonra da buralarda kadrolaşmaya gidilerek TÜBA’nın İslami bilimler akademisine dönüşmesinin kapısı açılıyor. Bilimsel anlayışın rufuna Fatiha okunuyor. Başbakanımız, yeri geldiğinde “Ulemaya danışalım” diyor. Bu gelişmeler bilim insanı yetiştiren fen fakültelerini işlevsizleştiriyor.

Eğitim fakültesiyle ilgili olarak, 652 sayılı KHK ile eğitimde laik, demokratik ve sosyal devlet anlayışında öğrenci yetiştirmekten vazgeçilip “rekabetçi” öğrenci yetiştirilmesi amaçlanıyor. Eğitim siteminin üretim birimleri kapatılıyor, hizmetlerin parayla temin edilmesine başlanıyor. Bakanlık eğitimci olmayanlarla dolduruluyor ve sistemin bir işletme gibi yönetilmesine başlanıyor. Eğitimin denetimi ve gençlerin geleceği illerdeki sermayedarlarla cemaatlere bırakılıyor. Eğitim fakültesi mezunu 260 bin öğretmen, öğretmenlik yapamıyor. 1739 sayılı Milli Eğitim Kanunu öğretmende en az yükseköğretim arasa da, bakanlık lise mezunlarını ücretli öğretmen olarak istihdam ediyor. Öğretmenlik elden gittiği gibi, “rekabetçi” yetiştirilecek gençlik de eden gidecek.

Ekonomik sistem her geçen gün, emeği sömüren parasalcı küresel ekonomiyle bütünleşiyor. Gelir dağılımı dengesi yoksulun zararına açılıyor. İşsizlik, dış borç ve dar gelirlilerle yoksulların sayısı her geçen gün artıyor. Maaşlara yapılan zamlar, enflasyon artışının çok gerilerinde kalıyor. Genel bütçenin üçte ikisini, emekçinin sırtından toplanan dolaylı vergiler oluşturuyor. Başbakanımız, “Ben ülkemi pazarlamaya geldim” diyerek böbürleniyor. KİT’ler yok pahasına elden çıkıyor ve iktisadi yaşam her geçen gün küresel güçlerin güdümüne giriyor.

Danıştay’ın iptal ettiği düzenlemeler 650 sayılı KHK ile bir anda geri geliyor: “Tam gün çalışma” aldatmacası ve üniversite hastanelerinin sağlık bakanlığına devredilmesiyle tıp fakülteleri büyük bir karmaşanın içine itiliyor. Tıp fakültelerinden yüzlerce profesör bir anda ayrılırken bakanlık “sağlık personeli ithal edilmesi” kararını alıyor! Yakın bir gelecekte sağlık hizmetlerinin topluma çok daha pahalıya mal olacağı belli oluyor.

Bu arada fakülte farkı olmaksızın tüm akademisyenleri ilgilendiren dönüşümlere sıra geliyor. YÖK, Yükseköğretim Yeterlilikler Çerçevesi’ni dayatarak akademisyenliği teknisyenliğe indirecek bir girişim başlatıyor. Performansa bağlı değerlendirme ve esnek istihdama geçilmesi ile üniversitelerin mütevelli heyetleri teslim edilmesi an meselesi oluyor. Sermaye için araştırma yapacakların paralanacağı, toplum yararına araştırma yapacakların da aç kalacağı belli oluyor. Kadrolaşma ve cemaatleşme üniversitelerde doludizgin ilerliyor. Tüm akademisyenleri ve fakülteleri ilgilendiren bu olumsuz gelişmelerin yanında, bir tek, ilahiyatçıları memnun edecek gelişmeler oluyor. İlahiyatçıların felsefeci, sosyolog ve eğitimci olarak ilgili programlarda istihdam edilmeleri yaygınlaşıyor. 653 sayılı KHK ile neredeyse bebelerin Kuran kurslarına gitmesi sağlanıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “aile imamlığı” uygulamasıyla, ilahiyatçılar ve imamlar, sağlıkçıların, psikologların, eğitimcilerin ve sosyologların yerini alarak toplumu din toplumuna dönüştürme işlevini üstleniyor!

Yukarıda özetlenen ve benzeri icraatları irdelemesi, eleştirmesi ve bunları düzeltecek öneriler sunması beklenen üniversitenin, üniversiteye Başbakan’ın adının verilmesini istemesi, bu icraatları benimseyip desteklediğini ya da siyasal erke bağımlı olduğunu gösteriyor: “Üniversite”nin bittiği anlaşılıyor.

[email protected]