TÜSİAD’ın hükümetten ne farkı var?

Birinin hükümet diğerinin dernek olması ve parasalcı-İslam anlayışının (şimdilik) “İslam” boyutu dışında bir farkları yok, giderek daha da benzeşiyorlar.
Bu benzeşme, eğitim, bilim ve üniversiteye bakış açılarında da görülüyor, Bologna Sürecini benimsemede de! Bunun kanıtı da, bir TÜSİAD heyetinin Başbakan’ı ziyaretinde verdiği “Yükseköğretim Reformunda Öncelikler Hakkında TÜSİAD Görüş ve Önerileri” adlı rapor oluyor.

Bu rapor, son yıllarda hem hükümetin görüşünü hem de Bologna Sürecinin beklentilerini yansıtan YÖK raporlarında ve yetkililerin söylemlerinde dile getirilen görüşleri neredeyse aynen yineliyor. Hatta yeni YÖK başkanı bile göreve getirildiği gün neredeyse aynı şeyi söylüyor.

Hükümetin yaklaşımıyla örtüşen düşüncelerini neden TÜSİAD bir rapor olarak Başbakan’a sunuyor? Hükümete desteğini göstermek için mi, hükümetin yükseköğretimde yapmayı düşündüklerini bir an önce gerçekleştirsin diye mi, “Yapılacaklar sırasında bizi de unutmayın biz de sizi destekliyoruz ve bu hamurda bizim de tuzumuz bulunsun” demek için mi, pek anlaşılamıyor!

Anlaşılan ve açık olan bir durum, TÜSİAD’ın da, hükümet gibi, üniversiteleri girişimci ve rekabetçi üniversiteye dönüştürmedeki kararlılığı.
Bu kararlılığın arkasında da hem hükümetin hem de TÜSİAD’ın, Bologna Sürecini, bir tanrı kelamıymış gibi benimsemiş olmaları yatıyor. Tam da bu noktada, insan iyice şaşırıyor. Çünkü Bologna Sürecinin temel hedefinin, Avrupa Yükseköğretim Alanı ile Avrupa Araştırma Alanı yaratma çabalarının ve üniversiteleri girişimci/rekabetçi üniversitelere dönüştürmeyle ilgili tüm söylemlerinin arkasında, Avrupa ekonomisini dünyanın en ileri ekonomisi durumuna getirme hedefi olduğu biliniyor. Bu hedefi bile bile bizim hükümetin de, YÖK’ün de, TÜSİAD’ın da, kimi aklı evvel akademisyenlerin de, “Bologna Süreci”ne sarılmalarına akıl erdirilemiyor. Üstelik bu Avrupa, her geçen gün daha da gürleşen bir sesle, “Türkiye’yi tam üye yapmayacağını” haykırıyor.

Hükümetin de, TÜSİAD’ın da temel amacı Bologna Sürecine uymak olunca, yani bilinen bir deyişle, “balık baştan kokunca”, yükseköğretimle ilgili öneriler de sağlıksız olmanın dışında, bilim, toplum ve “üniversite” için tehlikeli öneriler oluyor. TÜSİAD, Başbakan’a sunduğu raporla, üniversitelere kara bir gelecek öngörüyor.

TÜSİAD raporunda, “yükseköğretim kurumlarına ayrılan kamu harcamalarının artırılması öncelikli olmalıdır” gibi, bir-iki olumlu öneriye de yer veriliyor. Ancak bu raporda, bir üniversitenin dua ile açılması üniversitelerdeki cemaatleşmenin boyutları ve tehlikeleri sosyoloji, eğitim ve felsefe alanlarında istihdam edilen ilahiyatçı sayısının giderek artması evrim kuramı karşıtlığının giderek pekişmesi 1+4+4+4 uygulamasıyla önce liselerin arkasından da üniversitelerin imam hatipleşeceği gibi konulara hiç değinilmiyor! Bir üniversitenin, yaptığı bilimsel araştırma bulgularını topluma açıklayan akademisyene ceza vermesi konusuna da girilmiyor! Pankart açma ve parasız eğitim isteme gibi eylemlerde bulunan öğrencilerin bile terörle ve çete kurmayla ilişkilendirilip tutuklanmalarına da. Rektör/dekan atamalarındaki geçerli ölçütün türbanı desteklemek ve AKP yandaşı olma ölçütüne dönüşmesine de! Üniversiteye girişte yapılan altı sınavın yoksulu ve dar gelirliyi eleme sınavına dönüştüğüne de!

TÜSİAD raporunda performans, rekabet, girişim, özerklik, üniversite-sanayi işbirliği gibi sözcüklerden geçilmiyor. Raporda, “üniversiteler finansal kaynak elde ettikleri kurumlara hesap vermelidir” deniyor da, üniversitelerin çalışanlarına ve topluma hesap vermesi söz konusu bile olmuyor! Raporda, “üniversitelerin birbiriyle rekabet etmesi” isteniyor da, üniversitelerin birbirlerine yardımcı ve destek olmasına değinilmiyor! Raporda, Avrupa Yükseköğretim Alanına özeniliyor da, Türkiye Yükseköğretim Alanı akla bile gelmiyor! Raporda, üniversite-sanayi işbirliği çerçevesinde çalışan akademisyenlerin nemalandırılması için önerilere yer veriliyor da, sanayinin yarattığı çevre ve insan sağlığı konularında kimlerin, nasıl araştırma yapacaklarına ve bunların nereden finansal destek alabileceklerine hiç değinilmiyor. Raporda, “hiç kimse mali imkansızlık nedeniyle eğitimden mahrum bırakılmamalı” deniyor da, bu durumun vakıf üniversiteleriyle ve de sağlıklı bir vergi sistemiyle sanayiciden daha çok vergi almadan sağlanamayacağına da değinilmiyor!

Raporda “güçlü bir yönetim” istenirken, akademisyenlerin kararlara katılımı konusu akla bile gelmiyor tam tersine üniversitelerde, rektör, rektör yardımcıları ve genel sekreterden oluşan “rektörlük yönetim kurulu” oluşturulması isteniyor! Üniversitelerarası Kurul ve rektörler komitesi yerine, rektörler konseyi kurulmasını isteniyor! Rektör seçimlerinde, “bizim ne işimiz var” denmiyor da, paydaş olarak yer almak isteniyor!

Raporda, açık açık, akademisyenlerin sanayide çalışmalarının teşvik edilmesi için, “sanayi ile işbirliği sonucu elde ettikleri başarıların performanslarına yansımasını sağlayacak düzenlemeler yapılmalıdır” deniyor! Üniversite özerkliği, fon bulma/yaratma kapasitesiyle ilişkilendirilip “fon bulamayan üniversite, özerkliği hak etmez” demeye getiriliyor!

Raporda, akademik alanın doğası gereği sanayi ile işbirliği yapamayacak alanlar unutulduğu gibi, bilim de unutuluyor, toplumsal çıkarlar da, parasız kamusal eğitim de. Dikkatle okununca bu raporun, “üniversite piyasa için araştırma yapsın, bizim olsun, toplumu unutun gitsin emekçiyi sömürmemiz yetmiyor, akademisyenleri de sömürmeliyiz” türünden mesajlar vermek için sunulduğu anlaşılıyor.

[email protected]