Söylemler ve gerçekler! (I)

İktidar mensuplarının eğitimle ilgili konuşmaları, okulların açıldığı günlerde yoğunluk kazanıyor. Geçen hafta okulların açılması üzerine basına ve televizyonlara yansıyan konuşmalarda, göze- kulağa hoş gelen ve geçmişi suçlayan söylemler dikkat çekiyor.  Ancak bu söylemlerin bir kısmının, çağdaş ve evrensel eğitim anlayışıyla bağdaşmadığı gibi, uygulamalarla da örtüşmediği görülüyor.  

Örneğin “Eğitimde fırsat eşitliğini ve adaleti sağlamak gayesiyle, maddi durumu yerinde olmayan öğrencilerimize, ilköğretimden üniversiteye her seviyede çok önemli destekler verdik” söylemine bakalım. 

Tabii ki gereksinimi olan öğrencilere maddi destek verilmesi çok olumlu bir uygulamadır. Ancak ve de ne yazık ki, “eğitimde fırsat eşitliğini ve adaleti sağlamak” yalnız maddi destekle olacak bir durum değildir. Bunun için, eğitim sisteminde, özellikle zorunlu öğretim sürecinde, öğrencilerimizin olabildiğince eşdeğer düzeyde devinimsel, bilişsel ve duyuşşsal gelişimlerini sağlayacak eğitim-öğretim süreçlerine öncelik vermek gerekir. Çünkü okula başlayan ve ortalama zeka düzeyinde olan her öğrenci, yeterince devinimsel, bilişsel ve duyuşsal gelişim gösterme yeteneğine sahip olduğu gibi, mühendis, doktor, öğretmen, iktisatçı, ressam  vb. olma gizilgücüne de sahiptir. Zaten eğitim sisteminin bir görevi, öğrencinin bu gizil gücünü ortaya çıkarmaktır. Oysa 4+4+4 yasası ile imam hatip ortaokullarının açılması ve açıköğretimin zorunlu öğretimin bir parçası sayılması; sınavsız girilen genel liselerin kapatılması, seçme sınavları ile 2017 Eylülünde uygulanmaya başlanan öğretim izlencesi (müfredat) sistemde kırıntı niteliğinde de olsa var olan eğitimde fırsat eşitliğini ve adaleti ortadan kaldırmıştır. Şu anda uygulanan öğretim izlenceleri, imam hatiplerde, genel Anadolu liselerinde ve mesleki Anadolu liselerinde, öğrencilerin farklı düzeylerde ve nitelikte devinimsel, bilişsel ve duyuşsal gelişim kazanmalarına yöneliktir. Açık liselerde öğrencilerin edinecekleri devinimsel, bilişsel ve duyuşşsal gelişim ise diğerlerine göre çok sınırlıdır. Öğrencinin devinimsel ve duyuşsal gelişimlerini değil de bilişsel gelişimini ölçen seçme sınavları, zaten üniversiteye geçişte hangi okul türlerinin bu konuda daha başarılı olduğunu göstermektedir. Bu durum öğretim izlencelerinin eğitimde fırsat eşitliğini ve adaleti sağlamak için yapılandırılmadığının bir kanıtıdır.  Açıköğretimde ağırlıklı olarak kızlarla dar gelirli ya da yoksul aile çocuklarının okuması eşitsizliği ve adaletsizliği daha da artırmaktadır.   

Bu arada geçen Haziran ayında uygulanan liseye geçiş sistemi de, öğrencinin, istediği liseye gitme şansını daha da azaltarak eğitimde fırsat eşitliğini ve adaleti anlayışı ile kesinlikle bağdaşmayan bir uygulama olmuştur.

Eğitimde fırsat eşitliğini ve adaleti yok eden bir uygulama da, seçme sınavlarında din kültürü ve ahlak bilgisi (DKAB) dersi ile yabancı dilden soru sorulmasıdır. Öncelikle DKAB dersi ile yabancı dil, liseye/üniversiteye geçecek öğrencinin, lisede/üniversitede başarılı ya da başarısız olmasını belirleyen derslerden değildir. Ateist bir öğrenci lisede/üniversitede çok başarılı olabileceği gibi tek sözcük yabancı dil bilmeyen bir öğrenci de lisede/üniversitede çok başarılı olabilir. Bu iki ders öğrencinin gelecek başarısını belirleyen dersler olmadığından, ilahiyata ya da bir yabancı dil alanına geçecekler dışında, seçme sınavlarında sorulmaması gerek derslerdir. Bu nedenle, DKAB dersinden soru sorulması, farklı inanç sahiplerine, belirli ölçülerde de olsa Sünni-Hanefi inancının dayatılması anlamına gelmektedir. Yabancı dilden soru sorulması da devletin, kendi istediği ve de üstelik yeterince öğretemediği bir dili (genellikle İngilizceyi) öğrencilere dayatması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu derslerden soru sorulması da, eğitimde fırsat eşitliğini ve adaleti yok eden bir uygulama olmaktadır. 

Ülkemizde eğitimde fırsat eşitliğini ve adaletini yok eden bir başka uygulama, özel öğretimdir. Parası olanın daha nitelikli okullarda okuması ve emsallerine göre daha ileri düzeylerde devinimseli bilişsel ve duyuşsal gelişim gösterme fırsatı yakalamalarıdır. Parası olanların, puanları yetmeyip devlet üniversitelerinde kazanamadıkları alanlarda vakıf üniversitelerinde okuyabilmeleridir. 

Eğitimde fırsat eşitliğini ve adaleti yok eden bir başka uygulama ise, son yıllarda resmi ve gayri resmi anaokulları ile ilkokullarda yaygınlaşıp yoğunlaşan dini öğretiler ve pratiklerdir. Bu çağlarda dini öğretilerden ve pratiklerden geçen çocuğun, bilimsel konuların öğrenilmesine dayalı bilişsel gelişmeleri ile güzel duyularını geliştirmesi anlamına gelen duyuşsal gelişimleri dini anlayışlarla sınırlı kalacaktır. Bu öğrencilerin devinimsel gelişmeleri de, hafızlık ya da Kuran okumakla sınırlı olacaktır.  

Özetle var olan uygulamalardan vazgeçmeden “eğitimde fırsat eşitliğini ve adaleti sağlamak” mümkün değildir.

 

[email protected]