Şimdi de “vizyonlu” yükseköğretim raporu (II)!

“Vizyonlu” raporu yazanlar (bkz. 3 Temmuz 2009, haber.sol.org.tr), giriş bölümünde “‘Düşünülmeyeni de düşünmeye’ çalıştık” demeden önce bir-iki doğru saptama yapıyorlar. “YÖK sisteminin ciddi bir darboğazda olduğunu 2547 sayılı yasa ile hiyerarşik bir yapının kurulduğunu yükseköğretim üzerindeki tartışmaların ‘siyasal rejimin tartışılması’ ve hatta siyasal rejime karşı bir saldırı olarak görüldüğünü” belirtiyorlar. Ancak doğru saptamaları kısa keserek başka şeyler söylemeye başlıyorlar. Bir önceki cumhurbaşkanı Sezer’i, “Siyasal kutuplaşmanın bir tarafı olmaya başlamış ve yükseköğretim sisteminin siyasallaşmasını önleyemez hale gelmiştir” diyerek suçlarken şimdiki cumhurbaşkanına bir şey demiyorlar!

“Vizyonlu” raporun birinci bölümünde yeni küresel eğilimlere yer veriyorlar. Avrupa Yükseköğretim Alanı adına üniversitelerin gereksinim duyduğu hukuksal, idari ve mali özerkliğin verilmesi için hükümetlere çağrı yapıldığı belirtiliyor. Tabii ki mali özerkliğin üniversitenin ticarethaneye dönüşmesiyle sağlanabileceğini vurgulamayı unutmuyorlar. Yükseköğretimin kitlesel eğitime dönüştüğünü, öğrenci hareketliliğinin hızlandığını ve (yoğun küresel baskılara karşın yükseköğretimdeki kamu payının 1985’te yüzde 82’den 2002’de yüzde 74’e düşmesine bakıp sevinerek) yükseköğretimde özel kurumların rolünün çoğaldığını belirtiyorlar. Devletlerin “küçülme” sürecine girmesini olumluyorlar. Üniversite yönetiminde “meslektaşlık” yerine tabii ki “girişimci üniversite” anlayışını, kalite süreçlerini ve eşyetkinlik (akreditasyon) konularını öne çıkarıyorlar.

“Vizyonlu” raporun ikinci bölümünde Türkiye’de yükseköğretimin yeniden yapılanmasını gerektiren etkenlere değinip üçüncü bölümde yeniden yapılanmayı engelleyen öğelere yer veriyorlar! Devletin “üniter” yapısının en önemli hassasiyetlerden biri olduğunu vurgularken, kendilerinin bu konuda “tarafsız” kaldıkları izlenimini veriyorlar. Pakistan’daki deneyimden söz ediyorlar: General Ziya’ül Hak’ın darbe yapmasından sonra medrese sayısının çoğaldığı ve yoksul çocukların medreselere yöneldiği örneğini veriyorlar. Türkiye’de yoksulların cemaatlerin eline düşmesini görmezden geliyorlar. Türban konusuna AKP gibi yaklaşıp, konunun anayasal boyutunu yok sayıyorlar (ne demekse) “Karşılıklı adımlar atıldığı takdirde gerginlik azalacak” diyorlar!

Sonra, “Türkiye’nin önümüzdeki dönemde birinci gündem maddesi ‘değişim’ olmalıdır” diyerek eteklerindeki taşları dökmeye başlıyorlar. “… sadece devletin vereceği kaynaklara bağlı kalan bir üniversitenin gerçekten özerk, yaratıcı ve üretici olmasını beklemek gerçekçi değildir” diyorlar! “Yok ya!” demenize fırsat kalmadan, “Üniversiteler dogmaların, dini, siyasi ve ideolojik saplantıların, akıl ve bilim dışı tüm unsurların kısır çekişmelerinin arenası haline gelir. Daha da vahimi, bu durum, sorgulama, aklı kullanma, araştırma yapma, erdemli olma coşkusunu ve ateşini tümüyle söndürür. Çünkü bilim üretme, doğruyu bulma veya doğruyu yapma, bunun için aklı ve erdemi ön plana çıkarma ve bunun maddi ve manevi karşılığını hasat etme motivasyonu kalmaz” deme cüretini gösteriyorlar. Dayanamıyorlar, “Türk üniversitelerinin durumu, bazı istisnalar dışında, esas itibarıyla budur” diyerek işi rektörlük yaptıkları üniversitelere hakaret boyutuna vardırıyorlar. “İstisna olmayan üniversitelerde ‘dincilerle siyasi ve ideolojik saplantı’ içinde olanlar istisna olanlarda da işin ‘maddi ve manevi karşılığını hasat etme’ peşinde koşanlar bulunuyor” demeye getiriyorlar. Bu maddi manevi hasatla ilgili ifadeler, TÜSİAD’ın AB’ye yazdırdığı geçen yılkı raporda yer alan “Bireysel başarı güçlü bir dürtüdür ve bireysel tatmin, liderler için, üniversite üyelerinden azami derecede bağlılığın yanı sıra uzlaşmaya açık olmalarını istemeleri bakımından sağlam bir araçtır” sözlerini çağrıştırıyor (bkz. 14 Kasım 2008, haber.sol.org.tr).

Yazarların, “‘Düşünülmeyeni de düşünmeye’ çalıştık” demelerine bakmayın. Önerdiklerinin neredeyse hiçbiri yeni değil. Ya, “özel statülü devlet üniversitesi” konusunu ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyorlar. Ya da anamalcı küresel dünyada olup bitenleri, 1994, 2003 ve 2008 TÜSİAD raporlarıyla YÖK’ün 2006’da hazırladığı “Türkiye’nin yükseköğretim stratejisi” raporunda olduğu gibi bize yeni diye yutturmaya kalkışıyorlar. Bir seçenek daha sunuyorlar: “Üniversiteler bir vakfa devredilsin” diyorlar.

Anımsarsınız. ODTÜ bir devlet üniversitesi olduğu halde, ABD’den örnek alınarak mütevelli heyetli bir üniversite olarak kurulmuştu. Mütevelli heyetli ODTÜ bir parti örgütüne dönüştürülünce bu heyete son verilmişti. Yine anımsarsınız. Kemal Gürüz, daha YÖK başkanı olmadan, Doğramacı’ya ve ANAP’a yardımcı olarak, 3 Nisan 1991 tarih ve 3708 sayılı yasaya bir ek madde eklenerek, “özel statülü devlet üniversitesi” kurulmasına kapı açmıştı. O yıllarda bir tek Bilkent vardı. Bu yasayla beş kamu üniversitesi, özel statü verilerek, üniversitenin bulunduğu yörenin ileri gelenlerinden, yerel eşraftan ve işadamlarından oluşan bir mütevelli heyetin denetimine devredilecekti. Kamu üniversitesi girişimci üniversiteye dönüşecek ve paralı hale gelecekti. Bereket Anayasa Mahkemesi bu özel statüyle ilgili maddeyi 29.6.1992 tarih ve 1992/42 sayılı kararıyla iptal etmişti.

Hatta “vizyonculardan” Ergüder’in rektörlüğü zamanında kurulan strateji komisyonu da, çözümü, Boğaziçi Üniversitesi’nin özel statüye kavuşturulmasında, bir vakfa devredilmesinde bulmuştu! Üniversite mensuplarının karşı duruşu üzerine bu konu, “vizyonlular” dışında unutulup gitmişti.

Anayasa Mahkemesi iptal etse de bizim “vizyon” sahipleri bir türlü pes etmiyor. İptal kararını kabullenemeyen “vizyonlular” toplumu kandırırcasına raporlarında, “3 Nisan 1991 tarihinde kabul edilen bu kanun Resmi Gazete’de yayınlanmadığı için yürürlüğe girmemiştir” diyebiliyorlar! “Düşünülmeyeni düşündükçe” bu konuyu önümüze sürüyorlar.

Anlaşılan bu “vizyonluların” gözünde, istediği gibi at koşturan mütevelli heyetli ve hemen her gün bir yenisi açılan vakıf üniversiteleri yetmiyor. Bunlar “tek tip” üniversiteye karşı çıksalar da, kamu üniversitelerinin de hele hele gözde olanlarının da, mütevellili olmasına can atıyorlar. Vizyoncular (eski ve yeni) YÖK’ün de AKP’nin de girişimci üniversite istediğini biliyor. AKP’nin devleti pazarlamaya geldiğini, KİT’ler başta olmak üzere her şeyi sattığını ve üniversiteleri de satmak istediğini de biliyor. Üniversitelerin satılamamasını, herhalde o kadar para verecek kimsenin olmamasına ya da kamuoyundan çekinilmesine bağlayan “vizyonlular”, AKP’ye, “Kamu üniversitesini satamıyorsan hiç değilse, üniversiteyi mütevelli heyetine ya da vakfa devret” aklını veriyor.

Arkalarına TÜSİAD ile AB’yi ve yanlarına da AKP’yi alan “vizyonluların vizyonu” kamusal üniversiteye büyük bir tehdit oluşturuyor.

[email protected]