Rektör atama ve demokratiklik

Bilindiği gibi her yetkiliye/yöneticiye rektör denmemekte, üniversitenin akademik ve yönetimsel en üst yetkilisine rektör denmektedir. Rektörlük, üniversiteyle özdeşleşmiş bir görevdir. Üniversite ise gerçeğin araştırıldığı, bilgi ve düşünce üretilen, üst düzeyde eğitim yapılan ve üretilen bilgi ve düşüncelerin paylaşıldığı bilim kurumları olmaktadır. Dolayısıyla üniversite, toplumun beyni, gerçeğe, evrensele ve çağdaşlığa açılan kapısı olup geleceğinin güvencesi durumundadır. Bu bağlamda rektör de, üniversitenin üniversite olarak işlev görmesini sağlamakla ve bu işlevini daha ileri düzeylere taşımakla görevli-sorumlu kişidir.

Gerçeğin araştırılması için, toplumsal ve evrensel değerde bilgi üretilmesi yanında yaşamla ilgili sorunların gerçekçi bir şekilde saptanıp sağlıklı çözümler üretilmesi için, üniversitelerin bilimsel, yönetsel ve mali özerklik sahibi olmaları gerekmektedir. Yönetsel özerkliğin bir boyutu, rektörün üniversite mensupları tarafından seçilmesiyle sağlanmaktadır.

Bilime inananlar, gerçeğe önem verenler, gelişmeyi isteyenler ve demokratikleşmeye değer verenler, üniversitenin bu üç özerkliğine de sahip çıkmaktadır. Üniversitenin özerkliğine karşı çıkmak ise, yakın geçmişte örnekleri görüldüğü gibi, bir bakıma yönetimlerin diktatörleşme eğilimini yansıtmaktadır.

Çok partili demokratik düzene geçilme sürecinde çıkarılan 18 Haziran 1946 tarih ve 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu, üniversiteyi, bilimsel ve yönetsel özerkliğe sahip bir kurum olarak tanımlamış, rektör ve dekan seçimlerini üniversiteye bırakmıştır. Demokrat Parti yönetimi ise akademisyenlerin özerkliğini sınırlayan yasalar çıkarmıştır.

1960, 1971 ve 1980 askeri müdahalelerinin üniversite anlayışına yaklaşımları da, müdahalelerin demoratik niteliğinin göstergesidir. 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi (geçici bir süre yaşanan 147’ler olayı dışında) üniversitenin bilimsel ve yönetsel özerkliğine dokunmamıştır. 27 Mayıs Anayasası, belki de uzun yıllar Türkiye’nin görüp göreceği en demokratik anayasadır. Bu anayasa sayesinde özgürlükler ve bağımsızlık düşünceleri artarken, memurların sendika kurması gibi demokratik haklar da gelişmiştir.

12 Mart 1971 askeri müdahalesi ise, 20 Haziran 1973 tarih ve 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu ile ilk kez bir YÖK oluşturarak, üniversitenin yönetsel özerkliğine son vermek istemiştir. İmdada 27 Mayıs Anayasası yetişmiş ve o günlerin Anayasa Mahkemesi, 27 Mayıs Anayasası’na aykırı olan YÖK’ü iptal etmiştir.

12 Eylül 1980 askeri girişimi de, hem 6 Kasım 1981 tarih ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu hem de 1982 Anayasası ile YÖK’ü oluşturup üniversitenin yönetsel özerkliğini elinden almıştır. Üniversitenin kendi rektörünü seçme hakkını da elinden alıp YÖK’ün göstereceği dört adaydan birini rektör atama yetkisini Cumhurbaşkanı’na vermiştir. 12 Eylül darbe yönetiminden sonra gelen sivil yönetimlerde demokratik haklara önem verildikçe, 1402 mağdurlarına hakları geri verilmiş, eski siyasetçilere konan siyaset yapma yasağı kaldırılmış, üniversitlere de, kendi rektör adaylarını belirleme hakkı verilmiştir.

Dolayısıyla rektörün belirlenmesi süreci, bir bakıma ülkeyi yönetenlerin demokratikliğini gösteren bir ölçüt olmaktadır. 

Piyasacı ve gerici dönüşümlerin peşinde olanlar, ister istemez demokratiklikten uzaklaşmaktadır. Bir bakıma insan emeğinin ve doğal kaynakların varsıllar lehine sömürülmesi anlamına gelen piyasacılık ile insan haklarından ve çağdaş değerlerden uzaklaşıp insan aklının ve duygularının sömürülmesi anlamına gelen gericilik, ancak anti-demokratik yöntemlerle sürdürülebilmektedir. Anti-demokratik eğilimler çoğaldıkça, üniversitelerin yönetsel ve bilimsel özerkliğine tahammül azalmakta ve üniversitelerin “üniversite” gibi hareket etmesi istenmemektedir. “Kürt açılımı-Dolmabahçe mutabakatı diye bir şey yok; Türkçe bilim dilidir-Türkçe bilim dili değildir; Lozan bir başarıdır- Lozan’da kandırıldık; Demokrasi halk egemenliğidir-Ne halk egemenliği, egemenlik Allah’ındır Allah’ın…” örneklerinde olduğu gibi, ne denirse densin, üniversitelerin hepsinden kayıtsız şartsız destek istenmektedir. Üniversitenin gerçeğin sözcüsü değil de, iktidarın borazanı olması beklenmektedir. Üniversiteyi borazanlaştırmanın en kolay yolu da, bir dediğinizi iki etmeyecek kişileri rektör atamak olmaktadır.  

Birazcık olsun üniversite olabilme çabası içindeki üniversite, doğanın korunması, insan hakları, toplumsal eşitlik, hak, hukuk, yurtta barış dünyada barış, laiklik ve bilimsellik konularında duyarlı olmaktadır. Birazcık olsun üniversite olabilme çabası içindeki üniversitelerle, birazcık da olsa akademisyenliğe sahip çıkıp mesleklerine yabancılaşmamış akademisyenler, siyasal iktidara gözü kara bir şekilde destek vermemektedir. Görüşler ve açıklamalar, YÖK’ten/hükümetten gelen istekler doğrultusunda değil de, akademisyenlerin özgür iradesi olarak, senato bildirileriyle ya da üniversite akademisyenlerinin önemli bir bölümünün katılımıyla yapılmaktadır.

İşte tam da bu nedenle, üniversite olabilmek ve üniversite olarak kalabilmek isteyen sınırlı sayıda kalmış üniversitelere, akademisyenliğe yabancılaşmamış akademisyenlere ve onların seçtikleri rektörlere sahip çıkmak gerekmektedir.  

[email protected]