MEB'deki yapılanma oyunu (I)

Ortaöğretimdeki 79 lise türünü 15'e indirmenin ne işe yarayacağını bugünden söylemek zor. Ortaöğretime devam etmek isteyen öğrenci, 79 yerine 15 çeşit üzerinden seçme yapacak, işi kolaylaşacak desek, anlaşılan tam da öyle olmayacak. Bakanlık, çok amaçlı lise anlayışının yakınına bile yaklaşmıyor çok programlı lise uygulamasının mesleki eğitimde yaygınlaştırılacağını söylüyor. Dolayısıyla, iki ay öncesinin 79 çeşit lisesi, 79 mesleki program anlamına geliyor. Bu programlar devam edeceğine göre, herhalde, ortaöğretime gidecek öğrenci, seçimini lise üzerinden değil de, program üzerinden yapacak, bunların ayrıntıları sonra belirlenecek.

Ancak 79 lisenin 15'e indirilmesi uygulamasında bir durum dikkat çekiyor. Bakanlık mevzuatı açısından, bu tür değişikliklerin önce Talim ve Terbiye Kurulu'nda görüşülmesi gerekiyor. Yaygın uygulamaya göre, bu kurul, eğitim-öğretimle ilişkili konuları görüşüp bir karar alıyor. Bu karar bakanın "olur"u ile imzalanıp, genelge olarak ilgililere duyuruluyor ve yürürlüğe giriyor. Oysa 4 Aralık 2008 tarihli genelge, bakanın "oluru" ile ilgili bir genelge değil doğrudan ve yalnız bakanın imzasını içeren bir genelge! Bu genelgede, pek çok yasa ve yönetmeliğe referans verilirken, bu konuda kurulun herhangi bir kararına değinilmiyor. Bu durum, bakanın ya kurul kararına önem vermediğini ya da kurulun daha sonra bakanın eğilimi doğrultusunda kararlar alacağını akla getiriyor.

Bakanlıktaki keyfi uygulamaların lise çeşidiyle oynamakla sınırlı kalmadığı görülüyor. Son altı yıllık uygulamalara bakınca, bu tür keyfilikler öne çıkıyor. Yalnız ortaöğretimle ilgili olarak geçmişte yaşananların bir bölümünü satır başlıklarıyla anımsamak yeterli oluyor. Örneğin sınavla seçilecek yoksul çocukların, öğrenciye gereksinim duyan özel cemaat okullarında okutulmasına kalkışılmıştı. Okullarda uyumsuz olan öğrencilerin açıköğretime kaydırılması düşünülmüştü. Başarısız olunan derslere verilen ek sınav sayısının çoğaltılacağı duyurulmuştu. Zorunlu eğitimi bir yıl uzatmak yerine liseler dört yıla çıkarılmıştı. Yabancı dil hazırlık sınıfı olan ve fen derslerinin yabancı dille öğretildiği Anadolu liselerinde, hazırlık sınıfına ve derslerin yabancı dille okutulmasına son verilmişti ancak, "Anadolu" sıfatına dokunulmamıştı. Bu kararın hemen arkasından da, bazı şeçkin(!) Anadolu liselerinin hazırlık sınıflarını yeniden açmalarına izin verilmişti. İlköğretimden sonra ortaöğretim izlencelerinin yenilenmesi de yabancılara ihale edilmişti. Dört yıllık liseye başlayanlar henüz mezun olmadı ve bu uygulamanın olumlu ve olumsuz yanları irdelenmedi. Liselerde, 1990'larda 1-2 yıl uygulama şansı bulan "ders geçme ve kredili" sisteme benzer bir düzenleme yapılmadı. Yine de, 15 Aralık 2008 tarihli gazetelerde bakanın "yalnız başarısız öğrencilerle ilgili değil, başarılı öğrencilerle ilgili de özendirici önlemleri uygulamaya koyduğu" ve "isteyen öğrencinin liseyi 3-4 yılda bitirebileceği" haberleri yer alıyordu.

Bu tür kararların genelde bireysel, toplumsal ve eğitsel getirilerinin yeterince irdelenmeden alelacele alındığı anlaşılıyor. Bu durum, bakanlık mevzuatına göre ya eğitim-öğretim süreçlerinde izlenmesi gereken yolların izlenmediği ya da bu süreçlerde sorumluluk sahibi olan eğitimcilerin, "eğitimci" gibi davranmadıkları anlamına geliyor.

Bakanlığın pek çok kararının ve uygulamasının aleyhine açılan davalar sonunda Danıştay'ın verdiği "yürütmeyi durdurma ya da iptal" kararları, Erzurum Milli Eğitim Müdürü Fevzi Budak'ı dokuz kez görevden alan bakana beş bin lira ceza verilmesi ve benzeri olaylar bu keyfiliğin kanıtı oluyor.

Bu nedenle, kimi eğitimciler, zaman zaman hem Talim Terbiye Kurulu Başkanını hem kurul üyelerini hem de bakanlığın üst düzey bürokratlarını, birer "eğitimci" olduklarını unutmamaları ve "eğitimci" kimliğiyle davranmaları konusunda uyarma gereği duyup yazılar yazıyorlar.

Bakanlığın "mevzuata" önem vermemesi-usulsüz davranması, bakanla ve merkez örgütteki uygulamalarla sınırlı kalmıyor. Örneğin bir milli eğitim müdürünün, "Öğretmenlik Hatıra Yarışması" töreninde türbanlı bir öğretmene ödül vermesi (www.haber.sol.org.tr, 28 Kasım 2008), mevzuat dışı işlerin her yerde yapılabildiğinin bir işareti oluyor. 22 Ocak 2009 tarihli gazetelerde, Çeşme'de bir fen bilgisi öğretmeninin ilköğretim öğrencilerini savcı olan eşine şikayet ettiği, savcının polisle getirttiği öğrencilerin ifadelerini alıp onlar aleyhine hukuksal işlem başlattığı haberi yer alıyor. Bu durum da, mevzuatı bilmeyenlerin, öğretmen de olsa savcı da olsa ne vahim işler yapabileceklerini gösteriyor.

Usul deyip geçmeyin! Son günlerde Cumhurbaşkanının bile dile getirmek zorunda kaldığı "usul" sözcüğünün yalnız yargıyla, adaletle ve hukuk ile sınırlı olmadığını unutmamak gerekiyor.

Usulsüzlük, insan haklarına zarar vermenin yanında pek çok şeyi gizliyor.

[email protected]