Mahalle kabadayılığı

Parti kapatılması bir demokrasi ayıbı; halk, partileri seçimlerde vereceği oyla cezalandırır. Tamam da, Nasrettin Hoca'nın "Hırsızın hiç mi suçu yok?" sorusu gibi (en azından bazı) partilerin, Refah Partisinin (RP), Fazilet Partisinin ve bunların uzantısı olan AKP'nin hiç mi suçu yok? Bu partiler, demokratik, laik ve hukukun üstünlüğüne inanan partiler mi?

Partiler yasal bir zeminde kuruluyor. İktidara gelen partiler hele (AKP gibi) mecliste mutlak çoğunluğu elde etmişlerse (neredeyse) yasalarla istedikleri gibi oynuyorlar. İktidarlar, diğer partiler kapatılınca bir rahatsızlık duymuyorlar. İpin ucu kendilerine dokununca, bu durum, yasayı hiçe sayan partinin ayıbı olmuyor da, nasıl oluyorsa, hukuk ayıbı oluyor! Şaşırtıcı durum bununla sınırlı kalmıyor. Liberal geçinenler sözbirliği etmişcesine saldırıya geçiyor. 

Biz değil, liberaller AB üyeliğini savunuyor. Biz değil onlar, uluslarası ticari ve adli antlaşmalara uyalım, AİHM ve benzeri kuruluşların kararları bizi de bağlayıcı olsun diyorlar ve yasalarımızda bu yönde değişiklikler yapılıyor. AİHM'nin RP'nin kapatılması sürecinde uygun gördüğü gerekçelerle AKP'nin kapatılması için dava açılıyor; çok okumuş, ağızları laf yapan ve elleri kalem tutan liberaller ortalığı ayağa kaldırıyor. Anayasa Mahkemesi ile AİHM'nin hukuksal değil siyasal kararlar verdiği suçlamalarıyla başlayıp neler söylüyorlar neler. 

Liberaller, epeydir Danıştay'a diş biliyor. Danıştay'ın, durup dururken değil, birilerinin dava açması üzerine bir konuyu ele alıp karar verdiğini bile bile, şöyle bir başlık atabiliyorlar: Danıştay başsavcısını kastederek, "Başsavcının darbe hukukunu savunmasına sessiz kalan Danıştay, konu başörtüsü olunca susmadı" (Taraf Gazetesi, 12 Mart 2008: 1) diyorlar. Kızgınlıklarının temelinde Danıştay'ın, kimi özelleştirmeleri iptal etmesi, maden arama isteklerini engellemesi, haksız görevden alınan kişileri görevlerine iade etmesi; laik, demokratik ve hukuksal olmayan yönetmeliklerle (YÖK başkanın genelegesi gibi) genelgeleri iptal etmesi, Alevi çocuğa zorunlu din dersi okutulamayacağını belirtmesi gibi kararlar yatıyor. 

AKP zamanında, cari işlem açığı 79 yılda 57 milyar dolara çıkmışken son altı yılda ise 118 milyar dolara çıkıyor. AKP zamanında, iç borç 150 miyar YTL'den 255 milyar YTL'ye; dış borç 130 milyar YTL'den 237 milyar YTL'ye çıkıyor. Özel sektörün borcu 3,5 kat; dış ticaret açığı 4 kat; uluslararası yabancı firma sayısı 9 kat; yabancıların yurt dışına kâr transferi 5 kat; yabancılara ait sıcak para stoku 15 kat; halkın kredi kart borcu 6,5 kat; protesto edilen senet tutarı 6,5 kat artıyor. Kalkınma hızı yüzde 8'den yüzde 2'ye düşüyor; yoksul ve dar gelirlinin sayısı da oranı da artıyor. Liberaller, nasıl oluyorsa, ekonomik istikrar bozulacak diyorlar. Ankara Sanayi Odası Başkanı, davayı, "Türkiye'nin son yıllardaki ekonomik kazanımlarını, istikrarını son derece riske sokacak bir olay olarak" değerlendiriyor (Taraf Gazetesi, 16 Mart 2008: 7). Benzer endişelerle TÜSİAD da karşı çıkıyor. 

Liberaller, tam AB üyeliği yolunda güvenli adımlarla giderken bu iş yine aksayacak gibi gerekçelerle, "nereden çıktı bu hukuk" demeye getiriyorlar. AKP'nin dışarıdan kopyaladığı sosyal güvenlik tasarısı üzerine tüm Türkiye ayağa kalkıyor; bizim liberallerden tıs yok. AKP hakkında (ve dolayısıyla benzer eylem içinde olanlar için üçüncü kez) kapatma davası açılıyor, bizimkiler toplu halde, ayakta!

Liberallerin AKP ile içli dışlı olduğu izlenimi her geçen gün giderek güçleniyor. Liberaller, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kısa adı olarak, yazım kuralı gereği sözcüklerin baş harflerini kullanarak, örneğin Doğru Yol Partisi'ne DYP denmesine benzer bir biçimde, AKP demiyorlar, AKP'nin söylem biçimini benimseyip, yazım kuralını çarpıtarak, "AK Parti" diyorlar. Bir yazar, "Ak Parti'nin kapatılma davası ne RP'nin ne Fazilet Partisi'nin ne de DTP'nin kapatılma girişimine benzemez. ...Kuşkusuz bu, bir darbe girişimidir. ... Hukuk darbesi girişimi, aslında demokratikleşme ile otoriterleşme arasındaki son eşiğin aşılmasıdır" (Taraf Gazetesi, 16 Mart 2008: 9) diyerek AKP'nin dokunulmazlığını ilan ediyor. Yine bir başkası, bu davanın hukuki olmadığını belirterek, AKP, "boynunu büküp başına gelecekleri beklemeye niyetli olmadığını açıkladı" deyip "biz de boynumuzu bükmeyeceğiz herhalde" diyebiliyor! 

Siyasetçilerin bir bölümü de bir başka alem! Başbakan, "Onlar çağdaş dünya ile bütünleşen demokratik bir ülke değil, kendi içine kapanmış otoriter ülke peşinden koşar. ... Korktukları AK Parti değil, millet egemenliğidir" (Radikal Gazetesi, 17 Mart 2008: 5) ve "Kimse Ak Parti'yi laiklik karşı eylemlerin odağı haline getirmez, yargı kurumu millet adına yetki kullanamaz" (Taraf Gazetesi, 16 Mart 2008: 10) gibi veciz (!) sözler ediyor. Kültür Bakanı, şu anda sürmekte olan bir başka kapatma davasını görmezden gelip, "Türkiye'nin iyiye ve ileri gitmesini istemeyen kişiler çok önemli yerlere sızmışlar" (Milliyet Gazetesi, 15 Mart 2008) diyebiliyor.

Muhalefetteki ikinci partinin başkanı, "DTP bölücü olduğu için kapatılabilir, ama AK Parti için kapatma talebinin "vahim sonuçları" olabilir" (Radikal Gazetesi, 16 Mart 2008: 6) diyerek, laiklik karşıtlığının da bir başka bölücülük olduğunu yadsıyor. Aktif siyasal yaşamını neredeyse şeriatın palazlanması için harcamış olan Demirel'in bile, "Türban, şeriat devleti arayan İslami akımların kullandığı araçlardan biridir" (10 Mart 2008) uyarısına kulaklarını tıkıyor. 

Zaman zaman televizyonlarda (sözde) "kabadayı" olanların gösterisine tanık oluyoruz. Herhangi bir toplumsal davayla, hak aramayla, emeğin değeriyle ilişkili olmayan, salt çıkar ve güç ilişkisine dayalı bir suç işlediği savıyla tutuklanan "kabadayı", kimilerini, "Öldün sen, bittin sen, gösteririm sana" ve benzeri sözlerle bas bas bağırarak tehdit ediyor. Bu "kabadayı", tehdit etme gücünü, bilgisinden, düşüncesinden ve vicdanından almıyor; rahatlıkla ve acımasızca kullanabildiği kesici ve ateşleyici silahlardan alıyor. Peki, bizim liberal kabadayılar bu cesareti nereden alıyor?