Kim başarılı (II)?

Genel seçimlere katılan her parti, ülkeyi diğerlerinden daha iyi yöneteceğini savlıyor. Daha iyi yönetim kısaca, var olan toplumsal sorunların azaltılması, yeni sorunların üretilmemesi, yurttaşların refah, güven, adalet ve barış içinde yaşaması, emeğin ve ülke kaynaklarının sömürülmemesi, insan haklarına saygı duyulması anlamına geliyor. Daha iyi yönetimin ilk koşulu, sorunların sağlıklı olarak saptanmasından geçiyor. İkinci koşul da bu sorunları giderecek doğru, gerçekçi ve uygulanabilir çözümlerin üretilmesi oluyor. İktidara gelmek için ise, çözüm önerilerinin seçmen tarafından benimsenmesi gerekiyor.

Günümüzün AKP’si gibi partiler, bazı sorunları doğru olarak saptayabilseler de, sağlıklı ve gerçekçi çözüm önerileri üretemedikleri ve uygulamalarıyla toplumun çoğunluğunu mağdur ettikleri halde seçmenlerin beyenisini elde edebiliyor. Kimi partiler de, sorunların saptanmasıda ve çözüm önerilerinde sağlıklı ve gerçekçi oldukları halde kendilerini seçmen çoğunluğuna benimsetmekte güçlük çekiyor.

Bu durumun bir nedeni, eğitsel, kültürel ve ekonomik olarak gelişmemiş ya da belirli düzeylerde biliçlenememiş toplulukların, gerçek gereksinimlerinin ayrımına varmakta güçlük çekmeleri oluyor. Öğrenim düzeyi yüksek olanlar ve kendilerini geçekleştirme olanağı bulanlar gerçek gerksinimlerini kolaylıkla belirleyebilirken, diğerleri gerçek olanları belirlemede güçlük çekip hissettikleri duygusal gereksinimlerine öncelikveriyorlar. Dünyanın neresinde olursa olsun gelişmemiş yörelerde yaşayanlara öncelikli gereksinimlerini sorsanız, o yörenin yolu, suyu, elektriği, sağlık ocağı, okulu, tapınağı/ havrası/ kilisesi/ camisi, ... olmasa da, , işsiz-güçsüz de olsalar, genellikle “Tapınak/havra/kilise/cami isteriz, dinimizi öğrenmek isteriz” diyorlar. AKP gibi tutucu ve parasalcı partiler böylesi ortamlarda insanların hissettikleri duygusal gereksinimlerini daha iyi gıdıklıyıp onlara kolayca ulaşabiliyor. İnsana ve emeğe öncelikli olarak değer veren “sol” partiler ise, tüm anlayış ve hedeflerini toplumun gerçek gereksinimleri üzerine oluşturup propaganda yapsalar da, gerçek gereksinimleri içinde kıvrananlara kolaylıkla ulaşamıyorlar.

Kimi toplum kesimlerinin hissi gereksinimlerini öne çıkarması, Brezilyalı ünlü düşünür Paula Frerie’nin “ezilenlerin psikolojisi” ile açıklanabiliyor. Frerie’ye göre, parasalcı toplumlar genelde ezenlerle (hakim sınıflarla) ezilenlerden oluşuyor. Yeterince öğrenim görmemiş/ görememiş olanlar, topraksız ve vasıfsız işçilerle kadınlar ezilenler içinde öncülüğü çekiyor. Ezilenler, yoksulluklarının ve yoksunluklarının suçunu kendilerinde görüyorlar. Yoksulluklarının ve yoksunluklarının nedeninin ezenler olduğunu kavrayamıyorlar: Eşlerinden baskı gören ve dayak yiyen kadınların bir bölümünün, “Dayağa ben çanak tutuyorum. Kocam değil mi, sever de, döver de!” demesi gibi,“Suç bizim, bizden adam olmaz diyorlar”. Bu nedenle, ezilenlerin gerçek gereksinimleriyle çevrelerinde olup bitenlerin ayrımına varmaları kolay olmuyor.

Ezilenler, kurtuluşu ezenlere karşı durmak ve eşitlikçi bir toplum yartmak için mücadele vermek yerine inançlarına sarılmayı ve gerçek/gerçekçi olmayan gereksinimlerle oyalanmayı yeğliyor. Tutucu ve parasalcı partiler de ezilenlerin bu durumda kalması için ellerinden geleni yapıyor. Sanki toplumun temel ve gerçek eğitsel gereksinimi dinini öğrenmekmiş gibi, “din dersi”, “Kuran kursu” ve “imam hatip okulları” ile gerçek demokratik gereksinim kadınların kapatılmasıymış gibi, “türban” söylemlerini dillerinden düşürmüyorlar. Dini söylemlerin yanına, arabası olma olasılığı olmayanlara “oto yollar yaptık”, yaşamı boyunca vergisini anında ödeyenlere “vergi affı getirdik” ve yurt dışına gitmeyi aklına bile getiremeyenlere de, “vergisini ödemedi iddiasıyla kimse havaalanında kalmayacak” diyerek, onlar için hiç de yaşamsal olmayan yeni yapay gereksinimler üretiyorlar. Yapay gereksinimlerle de yetinmiyorlar, onları Silivri, Ergenekon, Balyoz, Kafes, ... davalarıyla ya da kasetlerle oyalıyorlar!

Bu arada ezilenlerin bir bölümünün, kurtuluşu, ezenlerin safına geçmekte bulduğu görülüyor. Kimileri, örneğin çoban da olsa, şöför de olsa, imam da olsa ellerini güçlendirdiklerinde ya da devlet yönetiminde bir yerlere geldiğinde, ezilenleri ezilmekten ve sömürülmekten kurtaracak bir politika izlemek yerine, kolaycılığı yeğleyip ezilenleri ezme yolunu seçebiliyorlar.

Tutucu ve parasalcı partiler, bir yandan Türk-İslam ve parasalcı-İslam sentezleri ağırlıklı eğitim-öğretim süreçleriyle öğrencilerin ezen-ezilen ikilemini yadsımalarını sağlıyorlar. Öte yandan da, ezilenlerin en azından bir bölümüne ezenler safına geçmeleri için fırsat yaratıyorlar. F-tipi oluşumlar, yetenekli yoksul gençlere ezenler sınıfına geçme olanağı sunuyor. Devleti yönetenler, her fırsatta ve Türk-Alman Ünversitesi’ni açarken bile, “Amacımız uluslararası şirketlerde çalışacak öğrenci yetiştirmektir” derken bugünün ezilen gencine, “Git uluslararası şirkette çalış, onların tüm dünya halklarını sömürmelerine yardımcı ol ve yolunu bul” demeye getiriyorlar.

Yapay gereksinimler üzerinden ezilenlere ulaşma kolaylığını bulup seçmenin oyunu alan partileri, “başarılı” olarak değil, bir başka sıfatla nitelemek gerekiyor.

Sorunları saptamada ve gerçekçi çözümleri üretmede tutucu ve parasalcı partilere göre çok daha başarılı olan “sol” partilerin seçmenin oyunu almasının yolu, bir şekilde ezilenlere ulaşabilmekten ve onlarla birlikte ezilenlerin bilinçlenip özgürleşmelerini sağlamaktan geçiyor.

[email protected]