Japonya-Türkiye: Benziyor, benzemiyor...

Rıfat Okçabol'un “Japonya-Türkiye: Benziyor, benzemiyor...” başlıklı yazısı 16 Nisan 2013 Salı tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
.

10 günlük bir turla Japonya’yı görme fırsatı, iki ülke arasındaki benzerlikleri/benzemezlikleri ortaya çıkarıyor. 1800’lerin ilk yarısında Osmanlı, ikinci yarısında da Japonya öğretmen yetiştiren okullar açıp yurtdışına öğrenci göndererek Batı’ya açılıyorlar. II. Abdülhamit öğrenci göndermeyi durdururken İmparator Meiji bu uygulamayı hızlandırıyor. Osmanlı küçülürken ve yerini Cumhuriyet’e bırakırken, Japonya giderek güç kazanıp Uzakdoğu ve Güneydoğu Asya’daki pek çok ülkeyi işgal ediyor.

İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye tarafsız kalıyor. Pearl Harbor’da Amerikan donanmasını yok eden Japonya, Nagazaki ve Hiroşima kentleri atom bombasıyla yok edilince ABD’ye teslim oluyor. Bu savaş sonunda Türkiye kendi iradesiyle Amerikancılaşıp NATO’nun askeri gücü olmaya soyunurken, ABD işgalindeki Japonya’da, güvenlik için küçük bir birlik dışında orduya izin verilmiyor.

Yüzölçümü Türkiye’nin yarısı kadar olan Japonya’da, 128 milyon insan yaşıyor. Bizdeki Anadolu yarımadası ve birkaç adaya karşın Japonya 4 ana ada ve bu adaları çevreleyen 4 bin dolayında küçük adadan oluşuyor. Gelişmişlik düzeyi ve gayrisafi milli hasıla açısından onlar ilk sıraları alırken bize son sıralar kalıyor. Bizde hâlâ yetişkinlerin yüzde 7-8’i okuma yazma bilmezken onlarda böyle bir sorun bulunmuyor. Bizde 12 yıl olan zorunlu eğitimde 136 bin genç liseye devam etmezken, onlarda 9 yıllık zorunlu eğitime karşın herkes liseye gidiyor.

Osmanlı’nın ve Türkiye’nin parasalcı düzeni, estek köstek ilerlerken, Japonya’da Meiji ile başlayan bu süreç hızla ilerliyor. Soldan o kadar nefret ediyorlar ki, araba direksiyonunu bile sağa koyuyorlar, trafik sağdan işliyor. Yollarda öndeki aracı sağlayan oluyor da, bizdeki gibi zikzak/slalom yapan olmuyor. Trafik ışıklarında durmayan da yok! Yaya geçidine girmeyi bırakın, yaya geçidini kullanma olasılığı olan kişiye bile yol veriliyor. Türkiye’de büyük kentlerde araba sürecek cadde zor bulunurken Japonlar her yeri köprülerle, viyadüklerle ve tünellerle dolduruyor. Osaka kentindeki otelimizden havaalanına kadar bir buçuk saatlik yol sırasında geçilen ve görülen köprülerle viyadüklerin sayısı, herhalde tüm Türkiye’dekinden çok daha fazla oluyor. Kentlerdeki yeşil alan oranı, yollara ve gökdelenlere karşın İstanbul’u katlıyor. Tuvaletler parasız hem her yerde, hem de tertemiz kokmuyor da. Yollarda park eden arabaya da pek rastlanmıyor.

Japonlar, yere çöp atmıyor. Metro ve trene bile kuyruk yaparak biniliyor. Trenleri zamanında işlediği gibi planladıkları her şey zamanında işliyor. Kim olursa olsun, karşılarındaki insana büyük saygı gösteriyorlar yüzlerinden tebessüm eksik olmuyor. Bırakın 150-200 metrekarelik konutları, 100 metrekarelik konutta oturduğu için böbürlenen bile bulunmuyor.

Amerika’nın, tüm dünyada başardığı dincileşmeyi Japonya’da başaramadığı görülüyor. Şinto ya da Budist olan Japonların günlük yaşamlarında, her dinde var olan yalan söylememe ve hırsızlık yapmama gibi kurallar dışında, inançlarının yansıması görülmüyor. Yollarda park eden bisikletlerin çoğunun kilitli olmadığı fark ediliyor. Geçmişten kalan ve birer müzeye dönüştürülmüş tapınakların dışında, günlük yaşamda kullanılan tapınaklara rastlanmıyor.

Bizde 1990-2000’lerde yaşanmaya başlanan özel okullar ve dershane krizi, onlarda 1960’larda başlıyor. Öğrenciler için giysi serbestliği(!) yok: Okul formaları var ve kız öğrenciler genelde çok kısa etek ve şortla okula gidiyor. Sokaktan geçen kısa etekli kızlara/kadınlara dönüp bakan bile yok. Depremi, insanların işlediği günahlara bağlamadıklarından, deprem olduğunda kendini kurtarmak için bina dışına fırlayanlar da olmuyor. Bizim gibi turistler de bu duruma alışıyor. 6 şiddetinde bir deprem, bizleri Kiyoto kentinde gece yarısı yatakta yakalıyor. Yatak beşik gibi sallansa da, bizimkilerden hiçbiri, 5,8 şiddetindeki 1999 depreminde Düzce’nin neredeyse yerle bir olduğunu anımsayanlar bile, Japonlar gibi davranıp merdivenlere saldırmıyor.

Onlarda Anayasal monarşi ve imparator, bizde ise ileri demokrasi(!) olması fark yaratıyor. Bizde imparator, onlarda da ileri demokrasi olsa, birbirimize benzeyeceğimiz anlaşılıyor!