Doğru olsa bile!

Son günlerde, yalnız Türkiye’yi değil, tüm dünyayı sarsan olaylar yaşanıyor. Bu tür olayları Başbakan’ın belediye başkanlığı dönemindeki söylemlerinden de başlatmak mümkün, oğlunun neden olduğu trafik kazasından da. Geçmiş geçmiştir diyenler için, Gezi Parkı direnişiyle ya da 17 Aralık yolsuzluk olaylarıyla da başlatmak mümkün. İşin özünde, gerçeğin saptırılıp yalanın öne çıkarıldığı ve geniş kitleleri ilgilendiren her olayı dünyayı sarsan olay olarak nitelemek olası. Çünkü hem dini değer olarak hem de evrensel ahlak değeri olarak “yalan” kabul edilebilir bir şey değil.

Babalarla-oğullar arasındaki telefon görüşmeleri, toplumu sarsıcı olayların bir bölümünü oluşturuyor. Meclisteki Anayasa Komisyonu Başkanı, bir koca(!) Anayasa profesörü, anlaşılan telefon görüşmeleri hakkında söyleyecek bir sözü olmayınca, itirafta bulunuyor: “Doğru olsa bile, halk (dediği AKP’liler oluyor) inanmıyor” diyor! O kadar emin ki!

Özellikle 12 Eylül 1980 darbesi sonrasındaki değişimleri kısaca anımsayanlar, profesörün emin olmasında bir haklılık payı görebiliyor. Bilindiği gibi 12 Eylül ve hemen arkasından gelen Özal yönetiminin bir temel özelliği, eğitim ve kültür yaşamının Türk-İslam sentezi anlayışında yeniden tasarlanmasıydı. Bu tasarıda amaç, Tanrı Dağı kadar “Türk” ve Hira Dağı kadar da Müslüman yaratmaktı. “İnsanların Allah’a kul olma şuur ve mesuliyetiyle dolu bir ferdi hayat için yetiştirilmelerini” isteyen Türk-İslam sentezi anlayışı 1983 yılında Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel İhtisas Komisyonu’nun hazırladığı “Milli Kültür” raporunun temelini oluşturmuştu. Bu rapora göre, “din, kültürün özü, kültür de dinin formu” olmaktaydı ve ancak böyle bir kültürle, “… itaatli… bir nesil yetiştirmek” mümkün” olabilirdi! Bu anlayış, emperyalist ülkelerin yıllardır sömürdükleri ülkelerde uyguladıkları ve halkları sömürmelerini kolaylaştıran bir anlayıştı. İnsanlar, ırkçılaştığı ve/ya da gericileştiği ölçüde, yani ırkına ve/ya da inancına sarıldığı ölçüde, düşünmekten, eleştirmekten ve sorgulamaktan uzaklaşıp bağımlı hale geliyordu.

1983’ten sonraki “Türk” vurgusu, ister istemez toplumu oluşturan diğer etnik grupların bir bölümünün kendi etnik aidiyetini öne çıkarmasına yol açmıştı. Bu süreç bir zıtlaşmaya neden olunca, “Türklük” ölçüsü irtifa kaybetmişti. Ancak bu süreçte, özellikle AKP’nin iktidarında İslamlık irtifa kaydetmiş, ölçü Hira dağından Ağrı dağına yükselmişti. Türk-İslam sentezinin, sırasıyla Tanrı’ya, Kuran’ı Kerim’e, Hz. Muhammed’e ve devlet büyüklerine(!) “itaat” etmesi anlayışı iyice pekişmişti. İmam hatip ortaokullarının açılması, okulların imam hatibe çevrilmesi ve üç din dersinin açılması, insan eliyle yaratılan olayları bile “kadere” bağlayan ve tevekkülle karşılayan itaatkar insanlar yetiştirmek içindi.

Bu arada, AKP, emperyalistlerin önerilerine kulak verip yukarıda özetlenen anlayışa, bir de piyasalaşmayı katmıştı. Önce, yine emperyalist güçlerin dayatmasıyla 2004-2005 yılında ilköğretim programını değiştirip “girişimci” öğrenci yetiştirmeye soyunmuştu. Sonra yine dış güçlerden esinlenerek Eylül 2011’de çıkarılan 652 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile “rekabetçi” öğrenci yetiştirmeye başlamıştı. Bu kez amaç, ırkına ya da inancına sarılmayanların “paraya” sarılmalarını sağlamaktı. Bu nedenle, 12 Eylül darbesinden bu yana kültür-eğitim alanında yaşananlar, AKP öncesindeki dönüşümler Türk-İslam sentezi anlayışıyla açıklanabilirken, AKP dönemindeki dönüşümler ise parasalcı/piyasacı-İslam anlayışı ile açıklanabiliyor.

Bu durumu, toplumda itaatkarlığın pekişip çoğaldığını, koca profesör bilmez mi? Belli ki hepimizden iyi biliyor! İyi bilmesinin bir nedeni de 12 yıldır AKP milletvekili olmasında kaynaklanıyor. Piyasacı ve gerici pek çok dönüşümde onun imzası bulunuyor. Ayrıca, bırakın sıradan yurttaşları, meclisteki arkadaşlarının önemli bir bölümünün, inandıklarının tam da tersinin yapılmasına ya da geçmişte “A” dedikleri konularda bugün “B” denmesine bile ses çıkarmadıklarını, emir-komuta zincirinin nasıl işlediğini, bu zinciri kırmaya yeltenenlerin ne tür azarlar işittiklerini, AKP milletvekillerinin ne kadar itaatkar olduklarını ondan (AKP’lilerden) başka kim bilebilir ki!

Ancak, koca profesörün, emin olduğu ölçüde yanıldığını da söylemek gerekiyor. Çünkü itaatkar insanların, fanatik AKP’li olanların bile, itaatten vazgeçecekleri ya da sorgulamaya başlayacakları kırılma noktaları bulunuyor. Çünkü profesörün “İnanmıyorlar” dediği insanlar, kırılma noktasına geldiler, o kadar yalana boğuldular ki, bir yalanı daha yutacak halleri kalmadı. Çünkü mızrak çuvala sığmıyor.

[email protected]