Demokrasiyi öğrenmek!

Aile ve eğitim kurumları içindeki öğrenmeler yanında yaşamın diğer alanlarında da öğreniyoruz. Öğrenmeler, kişinin kendisini, çevresini, doğayı, toplumunu ve dünyayı doğru olarak algılamasına yardımcı oldukça, birlik, barış ve refah içinde insanca yaşama olasılığı artıyor. İnsanca yaşayabilmenin bir yolu demokrasinin ne olup olmadığını öğrenmeden geçiyor. Ancak, öğrenmeye kaynaklık eden bu üç ortamda olup bitenlere bakınca, demokrasiyi öğrenmenin kolay olmadığı görülüyor; 60 yıllık demokrasi geçmişimize karşın, bugünkü demokratiklik düzeyimiz de bunun bir kanıtı gibi duruyor.

Çocuk, ailede, anadilini, dinini ve benzeri pek çok temel bilgiyi öğrenirken, demokratik anlayışla ilgili olarak, babanın ne kadar “erkek” olduğunu ve kadınlara göz açtırmayan “töre”yi öğreniyor. 

Okul, John Dewey’ye göre demokrasinin öğrenilebileceği bir yer. Köy enstitülerindeki tartışma-eleştirme-ortak karar alma ve uygulama olarak özetlenebilecek etkinliklerle, öğretmen adaylarına belli ölçülerde demokratik alışkanlıklar kazandırılmıştı. Bunun sakıncasını gören sistem, hemen bu uygulamadan vazgeçmişti. Altmış yıldır okullarda, çocuğa demokrasiyi değil, genelde boyun eğmeyi öğretiyoruz. Türk-İslam sentezi, düşünen, soran, eleştiren ve araştıran bir kişi yetiştirmek için değil, itaatkâr insan istendiği için benimsendi ve uygulanıyor. Son yıllarda, sayıları giderek artan ilahiyat/imam hatip kökenli okul müdürleriyle ve öğrencilere aşılanmaya çalışılan (birilerinin) inanç değerleriyle de, demokrasiyi okulda öğrenme seçeneği yok oluyor.  

Ailede ve okulda öğrenilemeyen demokrasiyi, partilerde, STK’larda ve yaşam içinde aydınların(!) tutum ve davranışlarını örnek alarak öğrenme şansı var. Oysa yaşamımız da, sanki demokrasiyi öğretmeme üzerine kurgulanmış gibi. Bize, Demokrat Partinin (DP) kurulmasıyla çok partili demokratik yaşama geçtiğimiz öğretiliyor. Demokrasiyi öğrenmedeki ilk talihsizlik de burada zaten. Bilindiği gibi, 1945’te toprak reformu yasasının kabulü üzerine CHP’den ayrılan ve çoğunluğu toprak ağası olanlar DP’yi kurmuştu. Parti adındaki “demokrat” sözcüğü halkı kandırmak içindi, o partinin halkçı olmasıyla, eşitliğe önem vermesiyle, insana ve insan haklarına saygılı olmasıyla, yurttaşların kararlara katılımını sağlamasıyla ilişkili değildi; toprak ağalarının (varlıklıların) kendi haklarını korumasıyla ilişkiliydi. Varlıklılar kendi haklarını korumak için, halkın uyanıp bilinçlenmesini önleme becerisini gösterdiler, dini afyon gibi kullanıp gerektiğinde dozunu artırarak, her zaman yoksulların desteğini almayı başardılar ve halen de başarıyorlar. Bu “demokrat” anlayışı, DP’lilerin ve DP’nin devamı (varlıklardan yana) olmakla övünenlerin söylemlerine de yansıdı, uygulamalarına da. 

Menderes, “Odunu aday göstersem mebus seçtiririm; küçük Amerika olacağız, her mahallede bir milyoner yaratacağız” derken, hem seçmene olan saygısını (!) ve hem de birilerinin sırtından milyoner yaratma anlayışını açıklayarak demokrasi kahramanı oldu. 

Morison firmasındaki taşeronluk görevinden cımbızla Adalet Partisi’nin başına getirilen Demirel, “Dün dündür; bugün bugündür” derken, demokrat olarak ne yapılacağını ve “Yollar yürümekle aşınmaz” derken de, demokratik tepkilerin onun için ne anlama geldiğini gösterdi (!) ve bu tutumuyla da babalığa kadar yükseltildi. 

Özal, “Bir kez delinmekle anayasaya bir şey olmaz; (Irak –Körfez savaşı sırasında) bir koyup üç alalım; ben insanın zenginini severim” derken, herhalde demokrasinin, hukuku tanımamak ve ezilenleri daha da ezme rejimi olduğunu göstermek istemişti.

Erdoğan da, “(hakkını arayan çiftçiye) lan, ananı da al git; devlet laik olur, yurttaş laik olmaz; memleketi pazarlamaya geldim” derken, kendi demokrasi anlayışını özetliyor: “Hak aramayacaksın; (laik olmayarak) yasalara bile karşı gelebilirsin; çeyrek seçmenin oyuyla her şeyi satabilirsin” demeye getiriyor. Erdoğan’ın danışmanlarından birinin Amerikalılara, “Bu adamı (Erdoğan’ı) süpürmeyin, kullanın” dedikten sonra görevine devam etmesi ise demokrasinin günümüzdeki durumunu yansıtıyor. 

Yaşamın diğer alanları da demokrasiyi öğrenme konusunda iç açıcı değil. Partilerden, sendikalardan ve genelde STK’lardan da demokratik değer ve alışkanlıklar edinemiyoruz. Meclise girip çıkan partilerin başkanları, 1-2 kişiyle binlerce aday arasından 450 kişiyi seçip illerde sıralayarak, seçimlerde uygulanan yüzde 10 barajını kutsal bir hazine gibi koruyup seçilme hakkını kısıtlayarak bizlere demokrasinin nimetlerini gösteriyorlar. Silahlı kuvvetler de, darbelerle, muhtıralarla, 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de yapılan anayasa değişiklikleriyle Türk-İslam sentezi anlayışını destekleyerek toplumun demokratikleşmesini engelliyor. Haklarında soruşturma açılanların milletvekilliğine soyunmaları; “Vekillerin dokunulmazlığına dokunacağız” deyip dokunmayanlar; yazılı ve görsel basının olayları çarpıtması, yalan haber yapması, karşı görüşlere yer vermemesi; televizyonlardaki tartışmalarda neredeyse birbirini boğazlamaya çalışan konuşmacılar; üniversitelerde değişik görüşlere satırlı/sopalı saldırılar ve benzeri pek çok olay demokrasiyi öğrenmeyi olanaksızlaştırıyor. 

Bu ortamda, demokrasinin nimetlerinden yararlanıp varlıklılar sınıfına geçenlerle yeterince din afyonundan yutmuş olanlar ya da toplumsal yaşamı dini kurallara göre düzenlemek isteyenler, Menderes, Özal ve Erdoğan’ı “demokrasi ufkunda parlayan yıldızlar” olarak fişleyip afişleyebiliyorlar! Son zamanlarda şeriata mesafeli duran ve laikliği vurgulayan Demirel, afişlerin dışında kalıyor. 

Oysa Türkiye’nin, gerçek demokrasiyi öğrenmiş insanlara olan gereksinimi her geçen gün artıyor.