Boğaziçi Üniversitesi’nin özelleştirilmesi!

Toplumda aklı evveller çok ve her gün bir yenisi çıkıyor. Bir aklı evvellin güncel önerisi de, Boğaziçi Üniversitesi (BÜ)’nün özelleştirilmesi!

Özelleştirme söylemleri 1950’lerde gündeme gelmişti. 12 Eylül darbesi sonrasında yoğunluk kazanan bu söylem AKP zamanında da hızlı bir biçimde uygulamaya konarak toplumsal varlıkların birilerine peşkeş çekilmesine başlanmıştı.

12 Eylül yönetimi önce olaya damardan girdi. Faşist ve anamalcı uygulamaları yanında Türk-İslam senteziyle de insanların beynini paraladı. Sevgiden sonra eşitlik ve özgürlüğe değer veren, “para”yı aklına bile getirmeyen gençlik yerine genelde sevgiden sonra “para”ya değer veren, eşitlik ve özgürlük gibi kavramları akıllarına bile getirmeyen gençliğin üretilmesine yol açtı.

Beyinler paralanınca, kamusal hizmetlerin, KİT’lerin satışı gibi doğrudan özelleştirilmesi de kolaylaştı, özel kesim mantığıyla ve kâr amaçlı olarak sürdürülmesi de.

Kamusal hizmetlerin özelleştirme mantığıyla sürdürülmesi çeşitli yollarla gerçekleştirildi. Özal zamanında önce yükseköğretim paralı hale getirildi. Sonra tüm öğretim kademelerinde “katkı payı” uygulaması yaygınlaştırılarak kamusal eğitim giderek paralı oldu.

Özal-Doğramacı-Gürüz üçlüsü, kamu üniversitelerini sermayedara peşkeş çekecek “özel statülü üniversite” yasasını çıkardı. Ancak bu statü 12 Eylül Anayasası’na bile bol geldiğinden Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Yine de bu düşünce kimilerinin kafasından hiç çıkmadı. Örneğin BÜ rektörünün kurduğu “strateji komisyonu” üniversitenin geleceği için, 1990 ortalarında, bula bula “BÜ’nin bir vakfa devredilmesi” önerisini buldu! BÜ’lülerin tepkisi üzerine bu doğrultudaki düşüncelere engel olundu. Ancak bu komisyonu kuran rektör, üniversiteden ayrıldıktan sonra da, arkadaşlarıyla yazdığı raporlarda “özel statüye” duyduğu özlemi dile getirmeye devam etti.

Kamusal hizmetlerin özelleştirme mantığıyla sürdürülmesi doğrultusunda okullardaki yemek, temizlik, güvenlik ve kantincilik gibi hizmetlerin taşeronlara yaptırılmasına başlandı. Üniversiteler, öğrenciye daha düşük kalitede ancak daha pahalıya yemek verilmesini de, taşeronların çalıştırdıkları insanları sömürmesini de kolayca içlerine sindirdi.

Eğitimciler de, taşeronlaşan hizmetlerle ilk ve ortaöğretim kurumlarında en kalıcı ve güvenli kitle olan hizmetli kesimin yok olmasına, okulun ve öğrencilerin sahipsiz kalmasına ses çıkarmadılar. Okuduğunuz ilk ve ortaöğretim kurumlarını düşünün. Siz okurken kim bilir kaç öğretmen gelip geçmiştir. Okullarda müdür değişir, öğretmen değişir ve öğrenci değişir değişmeyen genelde okulun kapıcısıdır, hizmetlisidir... Bunlar eğitimcilerden daha çok hem okulun bekçisidir hem de öğrencinin. Pek çok öğrencinin sıkıştığında ilk başvurdukları kişi onlardır. Taşeronculuk, okullardaki bu güveni ve koruyuculuğu yok etmiştir. Uyuşturucu alışkanlığının yaygınlaşmasının bir nedeni, okulların bu güvenli ve koruyucu hizmetlilerden yoksun kalmasıdır.

Kamusal hizmetlerin özelleştirme mantığıyla sürdürülmesi doğrultusundaki bir başka uygulama, paralı ikinci öğretim uygulamasıdır. Pek çok üniversite olaya balıklama dalmıştır.

Üniversitelerde “yaz okulu” uygulaması da bu doğrultuda atılmış bir adımdır. Üniversite, kış aylarında verdiği hizmeti, yaz aylarında (sıcaktan) sulandırarak verse de, öğrenciye çok daha pahalıya satmayı da içine sindirmiştir.

Bazı üniversitelerin, Gürüz’ün şaheser (!) buluşu olarak New York Eyalet Üniversitesi (State University of New York-SUNY) ile ortak programlar başlatması, ÖSS’de başarılı olamamış paralı öğrencilere özel dersler açıp öğrenciye bir de SUNY diploması vermesi de, kamusal hizmeti özelleştiren bir uygulamadır.

Üniversitelerin kimi şirketlerle anlaşarak öğrencilerin o şirketlerin gereksinimleri doğrultusunda tez yapmasını benimsemesi de, bir bağış karşılığında şirketin/kişinin adını taşıyan eğitim kurumlarının açılmasına kalkışması da, hizmetleri özelleştiren bir uygulamadır.

Üniversitelerin yabancı dilde öğretimi başlatması da, bir bakıma, yaz okulu gibi, paralı eğitimi artıran bir uygulamadır. Yabancı dilde öğretim yapılan okullarda okuyan öğrencilerin sorunlarının başında, hocaların derslerini yabancı dille yeterince anlatamaması, öğrencinin dersi anlayamaması ve ders içi tartışmalara katılamaması gibi sorunlar gelmektedir. Bu gerçeklerden hareketle, yabancı dille yapılacak öğretim Türkçe öğretim yanında daha kalitesiz olacak ve öğrenciden alınacak harç ise iki kat artacaktır.

AKP döneminde ilk ve ortaöğretim kurumlarında yaygınlaşan sözleşmeli ve ücretli öğretmen uygulaması da, hizmetleri daha ucuza getirme ve öğretmeni daha çok sömürme anlayışının ürünüdür. Öğretmenlere yaşamlarını insanca sürdürebilecek bir ücret vermesi beklenen bakanlığın, kamuda çalışan öğretmenlere özel okullarda ücretli derse girme hakkı vermesi de, özel okulların kazancını artıracak bir uygulamadır. Özel okullar “A” dersi için bir kaç bin lira harcayarak öğretmen istihdam etmek yerine üç-beş yüz liraya bu işi ücretli öğretmenlerle halledebilecektir.

Bu bağlamda bakanlığın gereksinim olduğu halde öğretmen ataması yapmaması da, 300 bin öğretmen iş beklerken eğitim fakültesi dışındaki fakültelerde okuyan öğrencilere öğretmenlik sertifikası verilmesine kalkışılması da, ucuz işgücü yaratma girişimidir. Üniversitelerin bu durumu da içlerine sindirdikleri ve bu uygulamaya balıklama daldıkları görülmektedir.

Bugünlerde, bakanlığın bazı tarihsel okulları satmak istemesi de, toplumsal belleği yok etmeye yönelik olduğu kadar, kâr mantığıyla yürütülen ve eğitim-öğretim hizmetinin satılacak okulda okuyan öğrenciye çok daha pahalıya mal olmasına yol açacak bir uygulamadır.

Aklı evvelin “BÜ’yü özelleştirelim” önerisi, beyinlerin paralanması ve yukarıda özetlenen süreçlerin doğal sonucu olarak görülebilir hele bu öneriyi, Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) başkanı yapmışsa!

Sermayenin nasıl oluştuğunu ve nasıl geliştiğini en iyi o bilmeyecek de, biz mi bileceğiz?

Ancak bu öneri, yukarıda özetlenen gelişmelerin doğal sonucu gibi görünse de, başkanın göreviyle tutarlı olsa da, talihsiz bir öneridir. Talihsizdir, çünkü bu özelleştirme, tarihi okulların (bulunduğu bina ve arsanın) satılmasının ötesinde bir uygulamadır özelleştirmenin ne denli haddini bilmez ve muhteris boyutlara ulaştığını göstermektedir. Talihsiz bir öneridir, çünkü bu öneri, BÜ mezunu ve bu okulun öğretim elemanı olan başkanın BÜ’yü yeterince tanıyamadığını göstermektedir. Dışarıdan bakıldığında AKP’ye yakın liberal ve anamalcı olarak görülse de, yabancı özel okul olarak yüzyıllık geçmişi olsa da, bu okul, SPK başkanının düşündüğü gibi bir üniversite değildir. Bu üniversite, istediği anda bir vakıf üniversitesine geçebileceği halde üniversitesinden ayrılmayan ve hatta vakıf okullarına ücretli derse bile gitmeyen öğretim elemanlarına sahiptir ve bu öneri aslında, BÜ mezunlarına, çalışanlarına ve öğrencilerine yönelik bir hakaret gibidir.

İkinci öğretim uygulamasını aklından bile geçirmeyen, bir vakfa devredilme önerisini elinin tersiyle iten, bağış karşılığında Aydın Doğan İletişim Enstitüsü kurulması ve SUNY programlarının açılması gibi konuları duyduğu anda ortaya koyduğu toplu tepkiyle engelleyen BÜ, bıçak kemiğe dayandığında gereğini yapan bir kurum olduğunu göstermiştir.

BÜ dahil tüm kamusal üniversitelerin özelleştirilmesini, başta SPK başkanı olmak üzere, kimse aklından bile geçirmemelidir.

[email protected]