Başkanlık sistemi! (2)

ABD, dünyanın en güçlü sömürgen/emperyalist devletidir ve dünyada üretilen toplam gelirin yüzde 80 kadarına sahiptir. ABD, pek çok ülke liderini toplumuna yabancılaştırmaktadır. ABD’nin bu emperyalist gücü, güç peşinde olanlarda başkanlık sistemine hayranlık yaratmaktadır.

Ancak dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olsa da, ABD’nin başkanlık sistemi, kendi insanına bile yararı olmayan ve dünyaya da çeşitli kötülüklere ve felaketlere neden olan bir sistemdir. ABD’nin kendi insanına reva gördüklerinin bir bölümü şöyle özetlenebilir:

Amerikalılar, her Kasım ayının son perşembesini, kıtaya ilk ayak bastıklarında yiyeceklerini paylaşarak onları açlıktan kurtaran yerlilere atfen “Şükran günü” olarak kutlamaktadırlar. Ancak bu günü kutlasalar da, birkaç milyon yerliden geriye ancak birkaç bin yerli bırakan da onlardır.

ABD, yüzyıl boyunca Afrikalı siyahları köleleştirmekte ve köle olarak kullanmakta ve köle ticaretinde olduğu gibi yerli halkları yok etmede emperyalist İspanyollarla at-başı gitmiştir. ABD, yakın zamana kadar, siyahları insan yerine koymamış, öldürülmelerini bile suç saymamış ve onlara eğitim hakkı vermemişti.  Pek çok insanın hayranlık duyduğu ve demokrasi sembolü saydığı Kennedy’nin başkanlığında- 1960’ların ilk yıllarında bile, otobüslerde ve lokantalarda “Zenciler ve köpekler” giremez uyarıları asılmıştır.

ABD, I. Dünya Savaşı sonrasında gücünü artırmış ve II. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın en zengin ülkesine dönüşmüştür. Ancak bir çiftçi çocuğunun üniversiteye gitme şansı 1913-1975 yılları arasında anlamlı bir şekilde değişmemiştir (bkz. S. Bowles ve H. Gintis, Schooling in capitalist America, 1976). ABD’de, üst çeyrek gelir grubundan gelen bir öğrencinin 24 yaşına kadar üniversiteden mezun olma şansı, en alt çeyrek gelir grubundan gelen öğrenciden 1979’da dört kat ve 1995’te 10 kat fazladır (bkz. T. Mortenson, The educational attainment by family income, Postsecondary Opportunity, November, 14, 1, 1995).

Türkiye’ye de burnunu sokmuş olan CIA ajanlarından G.E. Fuller, başkanlık rejimiyle yönetilen Amerika’yı, ekonomik ve sosyal problemlerini çözemezse, etnik yapının demokrasiyi tehlikeye sokacağı konusunda uyarmıştır (bkz. M. Aydoğan, Yenidünya düzeni: Kemalizm ve Türkiye 2, 1999). ABD’nin önde gelen piyasacı vakıflarından Carnegie Vakfı ile ilişkili bir Komisyonun başkanlarından Ernest Boyer de, “Kendimizi yurttaş olarak eğitmemiz için daha sağlıklı bir yol bulamazsak, Amerika’nın yeni bir karanlık çağa girme riski vardır” demektedir (bkz. O. Ichilov, Citizenship and citizenship education in a changing world, 1998). 1990 yılında yapılan bu uyarıların üzerinden 25 yıl geçmiş olsa da, ABD, bu konularda daha iyi bir noktada değildir. ABD’yi bu noktaya getiren başkanlık sistemi, sorunları çözmekten de uzaktır. Yoksul ile varsıl arasındaki fark giderek artan ABD, çeşitli suçlarda ve tecavüz olaylarından da pek çok Avrupa ülkesinin önündedir.

Diğer faşist başkanlıklar gibi, ABD sisteminin de faşist dönemleri olmuştur ve her an olabilmektedir. O dönemlerden biri, 1940 sonlarında başlayıp 1950’lerin ortalarına kadar yaşanan ve Makkarticilik, İkinci Kızıl Panik ya da cadı avı olarak adlandırılan dönemdir. Cumhuriyetçi senatör Joseph McCarthy ile bazı din adamlarından, gazetecilerden ve FBI Başkanı Hoover’dan oluşan yandaşları, karşıtlarını komünist ya da komünist duygudaşı olmakla suçlamışlardır. İspiyonculuk artmış, her kesimden pek çok kişi, mağdur edilmiş, nedensiz yere yargılanmış ve ABD’den kaçmak zorunda kalmıştır. Bu süreçte komünistlikle suçlanıp işini kaybeden ünlülerden biri, bilim insanı Julius Robert Oppenheimer’dır. Bu sürecin en vahim olayı, Ethel Greenglass ve  Julius Rosenberg çiftinin, ABD Komünist Partisi üyesi oldukları için haksız yere Sovyetler Birliği adına casusluk yapmakla suçlanıp 19 Haziran 1953 günü idam edilmeleridir. Bu arada ABD’de haksız yere suçlananlar ve idam edilenler, ne yazık ki bu çiftle de sınırlı değildir.

Radikal Müslümanların 11 Eylül 2001 günü gerçekleştirdikleri ikiz kuleler faciası sonrasında, ABD’de bu kez Ortadoğulu avı başlatılmıştır. Yeni başkan Trump’ın, ABD nedeniyle düzeni ve iç huzuru bozulan bazı Müslüman ülkelerin yurttaşlarına ülkeye giriş izni vermeme çabası, ABD faşistliğinin son halkasıdır.

Başkanlık sistemini çekici bulanlar, nedense, ABD’nin yukarıda özetlenen durumunu görmek istememektedirler. Başkanlık sisteminin, Richard Nixon gibi rakip parti merkezinde casusluk yaptıran, Gerald Ford ve George Bush gibi zeka düzeyleri nedeniyle haklarında şakalar çıkarılan ya da günümüzün Donald Trump’ı gibi faşist başkanlar ürettiğini de görmezden gelmektedirler.  

Başkanlık sistemini çekici bulanlar, nedense, ABD’nin pek çok ülkenin iç işlerine karışmasını, pek çok ülkede yandaşları aracılığıyla darbe yaptırmasını, pek çok diktatörü, kukla gibi oynatmasını da görmezden gelmektedirler, son yıllarda Suriye’de, Mısır’da, Libya’da, Irak’ta,  Afganistan’da yaptıklarını da.

Kuvvetler ayrımının olduğu ve göreceli olarak diğer başkanlık sistemlerinden daha demokratik süreçleri içeren ABD başkanlık sisteminin bile ABD’yi bu duruma getirmesi, başkanlık sistemlerinin özenilesi bir sistem olmadığını göstermektedir. Türkiye’ye dayatılan başkanlık sistemi, ABD başkanlık sisteminde her bakımdan çok daha tehlikeli bir sistemdir. Bu durumda, birazcık demokratik haklara saygı duyanların yapacağı tek şey vardır: Başkanlığa çağrıştıracak her sistem ya da girişime, “HAYIR”  demek.

[email protected]