3 Mart

Geçen hafta, olağan bir şekilde başlayan 3 Mart 2011 günü, sabahın erken saatlerinden itibaren tatsız bir güne dönüştü Nedim Şener ile birlikte çoğu gazeteci olan kişiler birden Ergenekon sanığı oluverdi. Başbakan’ın 2010 Eylül’ünde topladığı medya mensuplarına nutuk atarken gözdağı vermesinden belli olmuştu. F-destekli medya/yazarlar adres göstermişti. Yine de, Ergenekon’dan böylesine bir dalga beklenmiyordu. Bu son dalga nedeniyle, Ergenekon savunucusu liberallerin bir bölümü, bir şeyler söylemek zorunda kaldı. Bu son dalga, her işimize burunlarını soktukları halde Ergenekon’da yaşanan hukuk dışı olaylarda bugüne değin sessiz kalan AB’yi bile harekete geçirdi.

Bu son dalga nedeniyle, ülkeyi yönetenlerin durumu, bir kez daha su yüzüne çıktı. “Değişim kanlı mı olacak kansız mı, bütün mesele bu” diyen Erbakan’nın talebeleri olarak iktidar olanlar, defalarca “Bu mahkemelere güvenmediklerini” belirttiler. “Demokrasi bir amaç değil, şeriat yolunda bir araçtır” dediler. Ergenekon’un savcısı olduklarını söylediler. Erzincan savcısına telefon edip cemaatçi sanıkların serbest bırakılmasını istediler. Hırant Dink davasında şüpheli durumdaki yetkilileri yargılatmayıp terfi ettirdiler. Yıllardır Deniz Feneri davasında bir adım ilerleme olmamasına gayret ettiler. HSYK’ya kendi adamlarını doldurup Ergenekon davasında tahliye kararları veren hakimlerin bir anda başka görevleri atanmasını sağladılar. Anayasa Mahkemesi ve Danıştay’ı, AKP’nin işine gelmeyen kararlar aldıklarında topa tuttular, yerden yere vurdular, demediklerini bırakmadılar ve bu kurumlara da kendi adamlarını getirmeye başladılar. Bu zevat, “Adalet kendi kulvarında işliyor” diyor! Öyle mi?

3 Mart 2011 gününün bir başka yürek sızlatan yanı da, 3 Mart 1924’ün yıldönümü olması.

3 Mart 1924, 29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin şeklen kurulmasından 4 ay kadar sonra, Mustafa Kemal’in 1 Mart 1924 günü TBMM’yi açış konuşmasında Cumhuriyet’in korunması, öğretimin birleştirilmesi ve dinin siyasete alet edilmemesi gerektiğini belirtmesi üzerine, yeni rejimin temel taşlarının döşendiği gün. Bilindiği gibi o gün, 429 sayılı yasayla Genelkurmay Bakanlığı (Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaleti) ile Osmanlı yönetiminde çıkarılan yasaların şeriata uygun olup olmamasıyla da ilgilenen Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı (Şeriye ve Evkaf Vekaleti) kaldırılıyor. Bunların yerine, silahlı kuvvetleri yönetmekle görevli olacak Genelkurmay Başkanlığı ile toplumun din işlerini yürütecek Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) oluşturuluyor. Bu yasayla, meclisin ve siyasetin şeriattan uzaklaşmasının, siyasetin laikleşmesinin önü açılıyor.

429 sayılı yasanın hemen ardından 430 sayılı Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) yasası kabul ediliyor. Pek çok Osmanlı aydını gibi Ziya Gökalp de, medreseler, Tanzimat okulları ve misyoner okullarıyla üç ayrı tip insan yetiştirmenin toplumun hayrına olmadığını vurguluyor. Bu konuda Cumhuriyet rejimi gereğini yapıyor. Öğretim Birliği yasası, Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı'nca ya da vakıflar tarafından yürütülen, Müslümanlarla Müslüman olmayan Osmanlıya ve yabancılara ait olan tüm okullar Eğitim Bakanlığı'na (Maarif Vekaletine) bağlanmasını yüksek din uzmanı yetiştirmek üzere Darülfünunda bir ilahiyat fakültesi ve dini hizmetleri yerine getirecek memurları yetiştirmek için de ayrı mektepler açılmasını öngörüyor.

Öğretim Birliği yasası ile de, eğitimin, laikleşip bilimselleşmesinin, halkçılaşıp demokratikleşmesinin ve bilimselleşmesinin kapıları aralanıyor.

3 Mart 1924 günü çıkarılan 431 sayılı yasa ile de, 1922 yılında saltanatın kaldırılmasıyla başlayan süreç sona erdiriliyor hilafete son veriliyor. Hilafetin kaldırılmasıyla devletin ve toplumun laikleşmesi kolaylaşıyor kuruluşunda, ister istemez “bir İslam cumhuriyeti” olan rejim, 1930’larda “laik” cumhuriyete dönüşüyor.

Cumhuriyet rejimi, 1946 yılına kadar, 3 Mart 1924’teki yapılanmasını koruyup geliştirip pekiştirmeye çalışıyor.

CHP’nin 1946 yılında ABD’ye yanaşmasıyla başlayan ve CHP’den sonra gelen iktidarların giderek artan ABD bağımlılığı, ülkeyi bugünlere getiriyor.

1946 öncesi protokolde ön sıralarda olsa da esamisi okunmayan DİB, bugün protokolde alt sıralarda olsa da, hemen her konuda “fetva” verme rahatlığına kavuşan ve fetva vermesi istenen bir kuruma dönüşüyor. Osmanlı eğitim sistemi geri geliyor. Eğitim, adı “milli” olan tek bir bakanlığın sorumluluğunda olsa da, Osmanlıdaki üçlü yapıya dönüştürülüyor. Bir yandan imam hatiplerde (genelde) şeriat yanlısı öğrenci yetiştiriliyor. Öte yandan yetkililerin ağzından laik ve bilimsel eğitim lafları düşmezken laik niteliği ağır basan okullar giderek cemaatlerin eline geçiyor. Bu arada, mezunlarının çoğunluğunun yurt dışına gittiği okullarla Cumhurbaşkanı’ndan, milli eğitim bakanlarına ve YÖK üyelerinden rektörlere kadar, “Yükseköğretimin amacının ‘Avrupa’da çalışacak’ insan yetiştirmek” olduğunu söyleyen yetkililerden(!) geçilmiyor.

“Öğretim Birliği Yasası’nın olduğu yerde demokrasi olmaz” diyen liberallerin beklediği gerçekleşiyor. Eğitim sistemi Osmanlıdaki üçlü yapıya büründükçe, yani öğretim birliğinden uzaklaşıldıkça, her türlü sömürünün artması ve “ileri demokrasiye” geçilmesi kolaylaşıyor! İlerleyen demokrasi, kendi içinde derinlik kazanıyor. Derinleşen demokraside de, Ergenekon dalgalarının “dalga boyu” giderek yükseliyor.

1924’ün 3 Mart’ından 2011’lerin 3 Mart’ına gelinmesinin şaşırtıcı bir yanı kalmıyor.

[email protected]