27 Mayıs-12 Eylül

Kenan Evren’in ölümü 12 Eylül’ü, 12 Eylül de, ister istemez biraz 12 Mart’ı (1971) ve daha çok da, 27 Mayıs’ı (1960) anımsatıyor. 27 Mayıs ile 12 Eylül, silah zoruyla iktidarı devirip meclisi  kapatmış olsalar da, aralarında dağlar kadar fark bulunuyor. Öncelikle 12 Eylül üstten, 27 Mayıs ise alttan gelen bir hareket oluyor. 12 Eylül, genelkurmay başkanı ve dört kuvvet komutanının (beşibiryerdenin) öncülüğünde ve emir-komuta zinciri ilişkisinde gerçekleşirken, 27 Mayıs’ta küçük rütbeli subaylar, aynı zamanda silahlı kuvvetlerin üst kademesine karşı da darbe yapmış oluyor. Beşibiryerde, ağırlıklı olarak devirdikleri Demirel hükümetinin bir tercihi olarak bir araya getirilmişken, 27 Mayısçıların büyük çoğunluğunun bulundukları göreve gelişlerinde devirdikleri Menderes hükümetinin bir dahli bulunmuyor.

Her iki darbe öncesinde, ülkede iç huzursuzluk olsa da, huzursuzluklarda nitelik farkı bulunuyor. Aynı zamanda sıkıyönetim yetkilileri olan beşibiryerde,  görevleri gereği önlemeleri gereken gençler arasındaki çatışmaları bahane ederek darbe yapıyor ve nasıl oluyorsa, darbeyi radyolardan duyurdukları anda çatışmalar bıçak gibi kesiliyor. 27 Mayıs ise, hükümetin Anayasa’yı hiçe sayıp hukuk sistemini yok etmeye kalkışması üzerine  gerçekleştiriliyor.

Beşibiryerde meclis ile birlikte ilerici tüm dernekeleri ve sendikaları da kapatırken, 27 Mayıs yanlız meclisi kapatıyor. Beşibiryerde Türkeş gibi bir kaç milletvekili dışında hükümeti ve ilgili partinin milletvekillerini yargılamazken, TÖB-DER ve Barış Derneği gibi dernekleri, DİSK gibi sendikaları ve de olaylara karışan gençlik kuruluşlarını, kısaca önüne geleni yargılıyor. Beşibiryerde, böylece darbeyi hükümete karşı değil topluma karşı yaptığını göstermiş olurken, devirdiği hükümetin 24 Ocak 1980 ekonomik kararlarını da aynen uyguluyor. 27 Mayıs ise, yalnız mecliste hukuku çiğneyen Demokrat Parti (DP)’lileri yargılarken darbenin topluma karşı değil hükümete karşı olduğunu gösteriyor.

Darbe yapanlar neden darbe yaptıklarını bilseler de, ABD’nin “Bizim oğlanlar başardı” dediği beşibiryerdenin ne yapacaklarını iyi bildiği, buna karşın 27 Mayısçıların, ne yapacaklarını pek bilemedikleri anlaşılıyor. Beşibiryerdeyi ancak ölüm ayırırken, 27 Mayıs’ı gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi (MBK), kısa bir süre içinde kendi içinde bölünüyor. Alpaslan Türkeş’in başını çektiği ve 14’ler olarak adlandırılanlar, yurt dışına gönderiliyor ve geri döndüklerinde de MHP’yi kuruyor. Beşibiryerdenin yargılayıp mahkum ettiği Türkeş, hapisteyken doğru söyleyip “Düşüncelerimiz iktidarda, biz içerideyiz!” diyor. Beşibiryerdenin düşünce ve tutumları yaşamları boyunca mıh gibi hiç değişmezken, 14’ler dışındaki MBK’nin bir bölümü süreç içinde göreceli olarak ilerici bir anlayışı benimsiyor.

Beşibiryerde, 650 bin kişinin gözaltına alınmasına, 230 bin kişinin yargılanmasına, 50 gencin idamına, binlerce kişinin işkencenden geçmesine, 300 kişinin kuşkulu bir şekilde ve 171 kişinin de işkenceden ölmesine, 23 bin derneğin faaliyetinin durdurulmasına, 1402 sayılı sıkıyönetim kanunun uygulanmasıyla 3.854 öğretmen ile 129 akademisyenin (tüm kazanılmış haklarını kaybederek) işten atılmasına neden oluyor. 27 Mayısçılar ise, yalnız DP milletvekillerinin yargılanmasına, 3 DP’linin idamına, 147 akademisyenin (kazanılmış haklarını kaybetmemek ve maaşlarını almak üzere) işten atılmasına neden oluyor. 1402’likler ancak yıllar süren hak mücadelesi sonunda işlerine dönebilirken, 147’ler ise bir yıl içinde görevlerine dönebiliyor.

Beşibiryerde faşist ve gerici bir anayasa hazırlatırken, 27 Mayısçılar toplumsal yaşamın en demokratik anayasasını hazırlatıyor. Beşibiryerdenin anayasasıyla pıtrak gibi özel üniversiteler açılırken, 27 Mayıs anayasasıyla özel üniversiteler kapatılıyor. Beşbiryerde, hazırlattıkları anayasayla YÖK’ü, 27 Mayısçılar ise Anayasa Mahkemesi’ni kuruyor. Beşibiryerde, tüm yetkilerin YÖK ve rektörde toplandığı Yükseköğretim yasasını çıkarırıken, 27 Mayısçılar, MEB’in üniversite üzerindeki etkisini zayıflatan ve gerektiğinde öğrenci temsilcisinin yönetim kuruluna çağrılmasını öngören yasa çıkarıyor.

Beşibiryerde bazı kitaplarla Türkçe sözcüklerin kullanımını dernek ve sendika faaliyetlerini yasaklarken, 27 Mayıs her şeye özgürlük getiriyor. Benim gibi o tarihlerde üniversite öğrencisi olanların yerli/yabancı solcu şair ve yazarların kitaplarını okuma fırsatını bulması, beşer yıllık kalkınma planlarını yapacak Devlet Planlama Teşkilatı’nın, memur sendikalarının, üniversitelerde fikir kulüplerinin ve siyasal alanda da Türkiye İşçi Partisi’nin kurulması ile TİP’in %3 kadar oyla meclise girmesi, 27 Mayıs sayesinde oluyor.

Beşibiryerdenin anayasası gençleri ve toplumu bir cendere içine sıkıştırırken, küresel sömürgenlere bağımlılığın, piyasacılığın ve gericiliğin kapılarını ardına kadar açıyor. Gençlerin önemli bir bölümünün özgürlük /bağımsızlık yerine paraya ve bilim yerine cinlere/ perilere inanmalarına ve Cumhuriyet yerine Osmanlıya hayran olmalarına yol açıyor. 27 Mayıs’ın toplumda yarattığı düşünsel gelişimden etkilenen gençler ise, özgürlük ve aydınlama diyor, her türlü sömürüye karşı çıkıyor, Cumhuriyeti, bağımsızlığı ve eşitliği savunuyor. Günümüzde insan, toplum ve doğa yararını gözetenlerin çoğu, 27 Mayıs aydınlanmasından etkilenmiş bulunuyor.

27 Mayıs’ın getirdiği uyanış, 1965’te iktidara gelen  Demirel gibi Amerikancı, piyasacı ve gerici olanların canını sıkıyor. Demirel, 27 Mayıs anayasası için, “Millete bol geldi” demeye başlıyor. Demirel’in içişleri bakanı Sükan, “İti (solcuları) kurda (ülkücülere) kırdıracağız” diyerek, bu uyanışa karşı ülkücüleri, milliyetçi ve komünizmle mücadele derneklerini destekleyerek beşibiryerdeye darbe nedeni olacak sağ-sol kavgasını ateşliyor. Genelkurmay başkanlığından cumhurbaşkanı olmuş Amerikancı Cevdet Sunay, 1960 sonlarında, halkçı ve bağımsızlık yanlısı gençleri ima ederek, “Ülkeyi bu gençlere emanet edemeyiz, imam hatiplere önem verelim” diyor. Solcu gençlerin üzerine hışımla giden 12 Mart’ın genelkurmay başkanı Amerikancı Memduh Tağmaç da, “Sosyal uyanış ekonomik kalkınmayı geçti” diye yakınıyor; 12 Mart’ta Sunay’a, sol uyanışın önlenmesi için muhtıra veriyor. 12 Mart sonrasında da yurt dışına gitmiş olan N. Erbakan Türkiye’ye davet ediliyor. Daha sonra da 12 Eylül, 12 Mart’ın yarım bıraktığı işi tamamlıyor.

12 Eylül ve 27 Mayıs ne kadar birbirine benziyor? 27 Mayıs, bir devrim niteliğinde değil mi? Karar sizin!

[email protected]