16 Nisan'da neden HAYIR demeliyiz? (4)

Piyasacı, gerici, ırkçı ve cinsiyetçi anlayışlar yerine, gerçek halka egemenliğinin kurulmasını sağlayacak anlayış ve değerlerin önünü açmak için HAYIR demeliyiz.

İnsanlar, halklar, topluluklar, binlerce yıl kendilerine kral, kraliçe, firavun, sultan, padişah, şah, çar, başkan ve diktatör gibi sıfatlar verilen kişilerin tahakkümü altında yaşamıştır. Tarihsel süreç içinde bunların bir kısmı tanrılar adına hareket ettiğini belirtmiş, kendisini tanrı olarak kabul ettirmiş ya da halifeliği üstlenmiştir. Bunlara karşı çıkıp devirenler, devirdiklerinin yerini alıp kendi tahakkümlerini kurmuşlardır.

Tüm yetkileri elinde toplayanların tahakkümüne karşı, tahakküm edenin varlığına dokunmadan, kendileri için bazı hakları elde etme başarısı ilk kez, İngiltere’de gerçekleşmiştir. Daha Osmanlı denen bir oluşum yokken 1215 yılında İngiliz kralı ile soylular arasında imzalanan büyük ferman (büyük özgürlük sözleşmesi-Magna Charta) ile kralın iradesi sınırlandırılmıştır. Bu ferman ile kralın kanunlara uygun davranması ve hukukun kralın arzu ve isteklerinden daha üstün olduğu benimsenmiştir. Örneğin hiçbir hür insan yürürlükteki kanunlara başvurmaksızın tutuklanamayacak, mülkü elinden alınamayacak ve öldürülemeyecektir. Adalet satılmayacak, reddedilemeyecek ve geciktirilemeyecektir. Suçsuza ceza verilemeyecektir. … Bu ferman, demokratik anlayışın önünü açmıştır.  

Bu fermandan 551 yıl sonra, Kuzey Amerika’daki 13 koloni, İngiliz krallığından ayrılıp bağımsızlıklarını ilan edip ABD’yi kurduklarını bildiren 4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni yayımlamıştır. Bu bildirgede, tüm insanların eşit yaratıldığı ve yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişme hak gibi belli bazı vazgeçilemez haklara sahip oldukları kabul edilmiştir. Yolsuzlukları ve zorbalıkları sürdüren yönetimi yıkmak ve yeni yönetimi seçmek, ulusun hakkı ve görevi olmuştur.

Bu bildirgeden 13 yıl sonra, 26 Ağustos 1789’da, Fransız Devrimimin temelini oluşturan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi yayımlanmıştır. Bu bildiri, 1791′de kabul edilen Fransız Anayasası’na ön söz olarak eklenmiştir. Bildiriye göre insanlar özgür doğmaktadır ve eşit yaşamaları gerekmektedir. İnsanların zulme karşı direnme hakkı vardır. Her türlü egemenlik millete dayalıdır. Egemenlik, bir kişi ya da grubun elinde bulunamaz. Devleti idare edenler, millete karşı sorumludur. Hiç kimse, dini ve sosyal inançları yüzünden kınanamaz.

Batıda bu tür gelişmeler olurken, uygulanamamış olsa da, Osmanlı padişahının yetkileri,  ayan denen eyaletlerdeki nüfuslu kişilerle devlet arasında Ekim 1808’de imzalanan Sened-i İttifak ile ilk kez sınırlandırılmıştır. Bir bölümü kağıt üzerinde de kalsa padişahın yetkilerini kısıtlayan ilk resmi belge, daha çok Batıyı memnun etmek için hazırlanan 3 Kasım 1839 tarihli Tanzimat Fermanıdır (Gülhane Hatt-ı Hümayunudur). Bu fermana göre, Müslüman ve Hıristiyan bütün tebeanın ırz, namus, can ve mal güvenliği sağlanacaktır. Vergi, düzenli bir usule göre belirlenip toplanacaktır (bu fermanın okunmasını dinleyen halkın, “Bundan sonra gavura gavur denmeyecek!” şeklindeki tepkisi, halkın tüm dünyada kabul gören haklar konusunu nasıl algıladığının bir göstergesidir). Osmanlı 1856 tarihli Islahat Fermanı ile din, vergi, yargılama, eğitim, devlet memurluğu ve temsil alanında var olan farklar kaldırılıp Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında her yönden tam bir eşitlik sağlanacağı açıklanmıştır.  

II. Abdülhamit’in padişahlığa getirilmesinde rol oynayan Mithat Paşa’nın zorlamasıyla, 1876’da ilk anayasa (Kanun-u Esasi) hazırlanmıştır. Bu anayasa, halkın oylarıyla seçilmiş bağımsız bir yasama organı tarafından oluşturulmamış olsa da, belirli ölçülerde devletin temel organlarının kuruluş ve işleyişi ile bireylerin hak ve hürriyetlerini düzenlemiştir. “Milletin temsili ilkesi” ilk kez kabul edilmiştir. Bu arada II. Abdülhamit, 1878’de meclisi dağıtıp anayasayı yürürlükten kaldırmış ve 1908’de, İttihat ve Terakki Partisi’nin baskıları sonucu anayasayı yeniden yürürlüğe koymuştur. 

1917 Şubat Devrimi ile Rusya’daki Çarlık rejimi yıkılmış, aynı yıl gerçekleşen Ekim Devrimi (Bolşevik Devrimi) ile de, Rusya emperyalist I. Dünya Savaşı’ndan kurtarılmış, burjuvaziye karşı emekçi sınıfının çıkarlarını savunan işçi ve köylüleri temsil eden bir iktidar kurulmuştur. Bu devrimle, imparatorluk özerk cumhuriyetlere ayrılmış ve her ulusa yerel yönetimlerini örgütleme hakkı tanınmıştır. Doğal kaynaklar millileştirilmiş, bankalar kamulaştırılıp kiliselerin mal varlıkları hazineye aktarılmıştır. Günlük çalışma süresi 8 saate indirilmiş, İdam cezası kaldırılmış, din ve inanç özgürlüğü getirilip dini propaganda yasaklanmış, kadınlara seçme-seçilme hakkı verilmiştir. Herkes yasalar önünde eşit kabul edilmiş, eğitim laik, ücretsiz ve zorunlu hale getirilmiştir.

Sovyetler bu devrimle I. Dünya Savaşı’ndan kendilerini kurtarırken, Osmanlı, mağlup olmuş ve galip devletlerle işbirliği içine girip ülkenin işgal edilmesine karşı çıkmamıştır. Mustafa Kemal’in önderliğinde ülkeyi bu çıkmazdan kurtarmak isteyenler, 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açmış ve egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğu ilkesini benimseyen 1921 Anayasası’nı kabul etmişlerdir. 29 Ekim 1923’te cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra gerçekleştirilen devrimlerle, millet egemenliğine sahip çıkacak yurttaşların yetiştirilmesine yönelik aydınlanmacı dönüşümler başlatılmıştır.  Cumhuriyet rejimi, Birleşmiş Milletlerde kabul edilen insan hakları ve çocuk hakları bildirgelerini de kabul etmiştir.

Görüldüğü gibi, halk egemenliği uzun bir süreç sonunda kazanılmış bir haktır. Bu ülkenin seçmeni, egemenliğini, seçtiği milletvekilleri aracılığıyla sağlama ve istediği partiyi iktidara getirip istemediğini iktidardan düşürme alışkanlığı ve becerisine sahiptir. Bu seçmen, halk egemenliğinin kuvvetler ayrımıyla güvence altına alınabildiğini de bilmektedir; tüm yetkilerin bir kişiye verilmesi durumunda halk egemenliğinden söz edilemeyeceğini de bilmektedir. Bu bilinçte olan seçmen, 16 Nisan’da tabii ki “HAYIR” diyecektir.

[email protected]