Yıkılış

“Önce ekmekler bozuldu sonra her şey… Çünkü yeryüzünde savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürüyorlardı. Savaş kelimesi dünyanın her yerinde en çok kullanılan söz olmuştu” diye başlar Oktay Akbal’ın Önce Ekmekler Bozuldu öyküsü.

Ne kadar da çok kötü şey var değil şu hayatta. Tanık olduğumuz, kavga ettiğimiz, gazetelerden okuduğumuz, dostlarımızdan dinlediğimiz… Son bir hafta da kaç insan yaşamını yitirdi; atölyede, inşaatta, fabrikada, tarlada, sokakta, barikatta ya da hayatın farklı bir rutininde hiç aklına gelmeksizin veya duymaksızın korkusunu ölümün? Kaç insana daha tecavüz edildi? Kaç dindar kindar nesil çabasıyla bir çocuğun gözlerindeki o müthiş yaşam enerjisinden bir şeyler alıp götürdü başımızdaki başıbozuklar?

Hesabını tutmuyor artık kimse. Kimse sorsam “yaşama bağlanma biçimi” ya da “tüm kötülüklere tahammül yöntemi” diyerek izah etmeye çalışıyor.

Sahi ne gerek var ki böyle bir tutunuşa, böylesi bir alışmaya ve normalleşmeye. İhtiyacımız mı var kötülüğe razı gelmeye ya da böylesi bir normalleşmeye. Çözüm kötülüklere sırtımızı dönmek değil ki?

Yürüyeceğiz üstüne üstüne, tüküreceğiz suratına celladın. Başka çaresi yok ki.

Kürdistan’da dünyaları yıkılırken insanların başlarına, Sur’da, Cizre’de, İdil’de, Nusaybin’de, Yüksekova’da yıkılan evlerde çeyizlerini ararken genç kadınlar, çocuklar artık molozların arasında büyürken tüm insanlığın suskunluğunu düşünüyorum.

İktidar, gerici eğitim sistemiyle, yobazları başımıza vezir edişiyle, hayatı koca bir cehenneme çevirirken sessiz kalanlar bugün gerçekten sorunun küçük bir kısmına başkaldırıyorlar. Sur’un devlet tarafından yağma edilmesine karşı çıkanların Tekel’de, Tüpraş’ta sessiz kalışı değil midir üstümüze çöken şeyin kendisi.

Tanık olduğumuz tarihin en kalitesiz dönemini yaşıyoruz en kibar ifadesiyle.

Milyonların keyif aldığı tek şeyin inşaat hafriyatı seyretmek olduğu bir ülkede yıkılan Kürdistan’a ağıt bile yakılmıyor elbette.

İnsanlar Küba’da tüm inanışlardan önce cami olduğuna, Adem ve Havva’nın aslında Türk olduğuna, Erdoğan’ın dünya liderliğine, Saray’ın memleketin prestijini falan arttırdığına, Ensar Vakfı’nda yaşanan tecavüzlerin normal çünkü benzeri vakaların peygamber zamanında ve çevresinde de gerçekleştiği için sıradan bir şey olduğuna inanıyorlar.

Ve iyiden yana, umuttan yana, güzellikten yana kalbi çarpan insanlar bağımsız değil ne yazık ki böylesi bir çürümeden. Evet, “iyiler” bu tür safsatalara inanmıyor belki ama kötünün böylesine kalitesiz olduğu bir zamanda da “iyiye” daha çok iş düşüyor sanırım.

“Hayal kurmak geçmişte kalmıştı. Savaş zaten ilk önce hayalleri yok etti” diye devam eden bir hikâyenin konusu olan insan, kötüye benzememekle yetinebilir mi?
Ya da başka bir ifadeyle, insanların kitaplarla dost olması, dostluklarının da bunlarla genişlemesi, tanımadığımız insanlara da selam verilmesi, her gün güzel bir melodiye, güzel bir resime, güzel bir şiire ya da gökyüzünde güneşli bir güne bakmanın ve duyulan heyecanın sadece 19. Yüzyıl romanlarından ibaret olması mümkün mü sizce?

Biraz daha iler gidecek olursam, böylesi bir yaşamın sadece romanlarda olduğu bir hayat yaşanmaya değer mi?

Bir enkaza dönen kötülüklerin yıkılışına tanık oluyoruz her gün. Ne parçası olmadığımıza ne de yıkılan putların altında kalmadığımızla yetinebiliriz.

Ben, gitsin ama yetmezden bunu anlıyorum iktidar için. Daha iyisini kurmayacaksak, bu iddia ile yaşamayacaksak manası da yok zaten “kötülüklerden uzak” olmanın. Çünkü farkı da yok iyisini örgütlemiyorsak kötü olmakla kötüye benzememenin.

Geçmiş bir tarihe; komüne ya da barikat savaşlarına, Kızıl Ordu’nun iz mermilerinin altında verdiği mini konserlere gitmeye gerek yok. Virane bir evde Suriye Ordusu’ndan bir askerin çaldığı piyanoya, savaş bitince şiirlerine dönecek olan şaire, Ensar Vakfı’ndaki tecavüze karşı yapılan basın açıklamasında “iyilere” gelip sarılan amcaya, Bolu’da “öğreneceksiniz bütün iyilikleri” diyen Boyun Eğme okurlarına, Tokat’ta bir mutfağa doluşup “aydınlanma sohbetleri”ni eyleyenlere, Van’da ya da Edirne’de aynı şarkıyı aynı duygu ile seslendirenlere, İstanbul’da, İzmir’de, Çanakkale’de, Eskişehir’de aydınlanmanın meşalesini yakanlara bakın… Umut burada.

Değişince iyi olmayacak bazı şeyler… Bu daha çok iyilikler için bilinmez bir geleceği beklemeye, sabretmeye benzeyecektir. Yıkılana benzememekten öteye bir şey bugünün ihtiyacı...

Çünkü biz iyisini yapınca değişecek pek çok şey.

Çünkü

“Şu dünya bir kere daha değişecek. Belki eski halini almaz, ama zarar yok, gidenler gitti, gelenler gelsin. İnsanlar gülmesini, ağlamasını yeniden öğrensin. Sırasında ağlamasını veya gülmesini bilmeyene insan denemiyor. Bizler, yarı barış, yarı savaş insanları, umutlarımızı kaybetmedik. Dünyanın iyi bir dünya olabileceğini, insanın mavi gökyüzünü, denizi, ağaçları seyretmekle mutluluğunu yaşadığı anlara kavuşacağına inanıyoruz. Her şey ekmekle başladı, ekmekle bitecek.” (Oktay Akbal, Önce Ekmekler Bozuldu, 1944)