Surönü Diyalogları veya içimizdeki liberali öldürmek

Geçtiğimiz gün Oya Baydar’ın Surönü Diyalogları kitabına rast geldim.  Kitap geçtiğimiz son bir yılda bölgedeki Hendek Savaşları’na dair, Baydar’ın iç sesiyle olan tartışmalarının ve çatışmalarının ürünü. Diyaloglar Kürtlere, Kürdistan’a, bölgede yaşanan acılara, mekâna, zamana, tarihe ve birçok kavrama göndermelerle hazırlanmış.

Lafı uzatmadan gireyim konuya, zira diyeceğim çok. Aklıma Nâzım’ın Piyer Loti şiiri geldi Baydar’ın kitabını okuyunca. Baydar’ın gördükleri Nâzım’ın işaret ettiği döneme kıyasla ileride görece, zira kitapta sadece Sur’daki tarihi mekânlar, taşlar, mistik anlatı, destansı hava, sonbahar güllerinin karlar altındaki ışıltısı yok kitapta. Acı ve keder de var. Hatta o kadar çok ki bu, başka bir şeye yer kalmamış.

Peki ya başka? Acıdan ve kederden başka, acının ve kederin nedenine ya da çözümüne dair ne var? Ya da umudu ve kurtuluşu ne anlatıyor size, bize, insanlığa?

1990’lı yıllarda artan liberal saldırılar ile birlikte sınıfın yerini kimlikler, örgütlü mücadelenin yerini sivil toplumculuk, Kürt halkının kurtuluş mücadelesine verilen aydın desteğinin yerini de “Kürtçülük” alır oldu.

Baydar’ın yazısı özel olarak Kürt Siyasal Hareketine işaret etse de tüm Kürtleri muhatap aldığı için, o hendek savaşlarında tanıdıklarını, sevdiklerini, bildiklerini kaybeden, savaşın nedenine ve sonucuna dair kafa yoran biri olarak, hatta Baydar’ın seveceği üslupla “bir Kürt olarak” birkaç kelam etmek isterim.

Böylesi kitapların kolay yazıldığını düşünüyorum. Yaşanan acılar basit değil elbette. Ama o acıyı işlemek ve yakınmak zor olmasa gerek. Biraz antikomünizm, biraz geçmiş devrimci yılların günah çıkarması, biraz Kürtçülükle birlikte hayata Kürt gelememenin kederi, ince bir Stalin düşmanlığı (ne alakası var demeyin, böylesi yazılarda bir köşede parlayan bir inci tanesi gibi kıymetlidir, kitapta da haliyle mevcuttur), bir de yaşayamadığınız acıların pişmanlığı bir araya gelince böylesi kitaplar pekâlâ yazılabiliyor. Satılıyor da. Sonuçta “matbaa kapitalizmi” ulus kavramıyla birlikte tartışılagelmiş bir kavram.

Baydar’ın geçmiş devrimcilik yıllarından günah çıkarırken dikkatimi çeken çıkışı, eskiden sınıfa bakarken insanı değil de işçiyi görüyor oluşuydu. Kendi iç sesiyle tartışmasında bunu “Devrim bir kavramdı, yaşama anlam veren ütopyanın adıydı. İşçi sınıfı araçtı, manivelaydı. “İşçi insan” değil, “sınıf”tı seni ilgilendiren. Sen sınıfın öncüsü, kurtarıcısı olmayı seviyordun, insanı değil” cümlesi ile aktarmış*

Sınıfa bakınca insanı göremeyen, işçi denildiğinde insana yabancılaşan bir algının Kürt sorununa ve insanına yaklaşımında bir tutarlılık beklemiyorum. Ya mesele tutarlı olmak falan değil zaten. Fakat buradaki tuhaf yaklaşımın artık sonuna geldiğimizi de ifade etmek istiyorum.

Baydar’ın yaptığı bu çalışma, 1990’lı yılların başında olsaydı “gitmeseniz de görmeseniz de sizin olan” köylerimizin yakıldığı, insanların göç ettirildiği, medyada “Bizimkiler” dizisi seyredilirken, ABD’nin “bizim çocuklarının” yerle yeksan ettiği Kürdistan’ın acılarına belki ayna tutabilirdi. Ancak yıl 2016 Sayın Baydar ve bilmenizi isterim ki ne Kürtler ne de Kürdistan iç sesinizle tartıştığınız gibi değil. Bu yüzden de iç sesinizden başka tartışacağınız pek de kimse bulamıyorsunuz bu meselelere dair. Zira tartışmalarınız yankısını buldukça ve işteş bir tartışmaya evirildikçe çatallaşan ve farklılaşan bir hal alıyor.

İşçi denildiğinde akla düzeni değiştirmek için teknik bir aparatın geldiği yaklaşımın Kürdistan’a eğildiği tüm örnekler, kimse kusura bakmasın ama Karadeniz gezilerinde şive yapmaya çalışan bir turistin bayağılığından öteye geçemiyor.

Bir yığın yanlış kurulmuş denklem... Yemeği kötü yapınca beceriksizliğine değil de yemeğin tarifine suç atan aşçılar vardır. Her yapılan kötü yemeğin muhatabı kendi hüneri değil de yemeğin tarifiymiş gibi. Baydar işte böyle bir yemeğin kabak tadı vermiş örneklerini sunuyor.

Mesela; Gezi’ye bakarken gerçekten sadece ağaçları gördüğünüz için mi kızıyorsunuz Sayın Baydar? Orada ağaçlara sahip çıkanların neden Kürdistan’da sessiz kaldığını mı sorguluyorsunuz? Gezi’de Tayyip’i kimin kurtardığını, “Bizim Hakan”ları ya da İmralı notlarını falan bir kereliğine unutmuş olalım. Size şöyle sorayım. Diyarbakır Hevsel Bahçeleri yıkılırken oradaydım ve o direnen kalabalıkta ben de vardım. Neredeydi Hevsel Bahçeleri’ne sahip çıkan Kürtler Sur yıkılırken?  

Saçma mı bu soru? Gezi’de sokağa çıkanlar Diyarbakır’da neredeydi sorusu ile Gezi’de insanlar sokaktayken Diyarbakır neredeydi sorusuna takılıyor. Ve liberal vicdanınız buna bir cevap vermiyor.

Her şeyi otorite karşıtlığı ile olumladığınız için Ukrayna’da faşistler polislere saldırıp askerlerle çatışınca akıl tutulması yaşamıyorsunuz sadece. Aynı zamanda Diyarbakır’daki acılara da çaresizlik aşılıyorsunuz.

Kurduğunuz denklem baştan aşağı yanlış. Yanlış olduğu için değil ama doğru gibi gösterdiğiniz için de samimiyetsiz.

Türk kötü, Kürt iyi, Doğu gizemli ve mistik, Batı çürük ve çirkin. Direnen Batı’da da olsa doğulu sizin için. Sınıf yok, şiraze yok. Yani Kürt emekçiye bir kap çorba götüren ülkücü sizin için “doğu” olabiliyor. Sınıfsal terazi kopunca dirhemler de yere saçılıyor tabi. Ne olacak peki o zaman? Sur’da bombalar patlarken, bu kadarını hesaba katmamıştık diyenler Türk mü yoksa? Sur yanarken duyarsız kalan Dicle kent batı mıydı?

Sermaye düzenine karşı vicdan terbiyecisi olmak yetmiyor ne yazık ki. Yetmediği için sermaye düzenine karşı en büyük zaferi kazanmış SSCB deneyimine bakarken küfretmekten de alıkoyamıyorsunuz kendinizi. Bunu bir de “eski devrimci” kimliğinizle yapınca iyice netleşiyor her şey. Naziler kötü ama Almanya’yı işgal eden Kızıl Ordu çok mu iyiydi diye sormaktan da alıkoyamıyorsunuz kendinizi.**

Kürt Halkını nasıl feodal reflekslerle sevdiğinizin farkında mısınız? Edilgen, iradesiz ve duygusuzca... İlgisizce değil, iradesizce!  Onur, kimlik ve özgürlük söylemlerine sığınırken, TRT 6 gibi onursuzluğa nasıl müsaade ettiğinizi böyle kavrayabiliyorum sadece.

Kürt halkının acıları adına utanmayın Sayın Baydar. Sızlanmayın. Başkasının hesabına utanmak insanidir. Ancak başkasının hesabına mücadele ettiğini düşünmek apolitikliktir. Sınıf mücadelesi başkasının hesabına verilen bir kavga değildir. Mücadele; taşere edilen ya da delege edilen bir konu da değil. Merkezinde sınıfın olduğu bir kurgudur. Onun merkezinde de sizin göremediğiniz boyun eğmeyen “insan” vardır ve hiçbir şeyin aparatı falan da değildir.

Burada ne yazık ki öznesi olmadığınız kavgaları verdiğinizi düşünüyorsunuz. Sonra da kalkıp 1915 adına özür diliyorsunuz? Neden? 1915 emekçi halkların işlediği bir suç mu, yoksa Alman sermayesi ile bir hayale kapılan Osmanlı’nın mı? Emekçi halklar ne zamandan beri işlemedikleri günahların özrünü diler oldu Sayın Baydar? Acılardan hesap sormayı unutturuyorsunuz işlemediğiniz günahlara özür diledikçe.

Burada bu nedenle bedel ödemek artık bir günah çıkarmaya dönüşüyor. Azıcık da benim canım yansın da paydaş olalım duygusu insani olabilir. Ama neresinden bakarsanız bakın apolitik.

Her sabah kalkıp kuşkuyla yokladığınız vicdanınızı, Kürt gelemediğiniz hayata duyulan borçlulukla mı ödüyorsunuz? İyi ki insanlığın kurutuluş mücadelesi kan bağıyla geçmiyor.

Türklerin egemen ulus psikolojisi nedir mesela? Bunu anlatabilir misiniz? Basit cümlelerle değil. Ezenin yanında olmak ya da ezene göz yummak değildir cevabı. Türk deyince aklınıza faşist geldiği için Kürt denildiğinde de karşınıza çıkan Altan Tan’a göz yumuyorsunuz! Devlet ve halk bir ve aynı şey değil. Soma’da, Ermenek’te can verenler, can verenlerin katili ya da katilin ortağı değil. Buradan halkların kardeşliği falan çıkmaz.

“Herkesleşmemek adına hiçkimseleşen” bir algı. Evet, örgütsüz birey bir hiçtir. Ama ne yazık ki yalnız bir liberal her şey…

Tüm bunları sizi daha çok etkilemek ve duygularınızı depreştirmek için Kürtçe yazmak isterdim ancak Kürtçe bilmiyorsunuz bildiğim kadarıyla. Ama siz yine de Kürtçe bilmediğiniz için özür dilemeyin benden. Ben de, acı ve yoksulluk içinde kıvranan Afrika halklarının dilini bilmiyorum ama verdiğim mücadelede vicdanım rahat.

Kürt halkını bir nesne, bir eşya gibi “sevmekten” vaz geçin. O dönem kapandı. Halkların, kardeşlik söyleminden öteye, eşitliğe ihtiyacı var bugün. Eşit olmadığımız kardeşlikleri yaşıyoruz yıllarca. Musa Anter’in dediği gibi, “hep et ve tırnak gibiydik, ne zaman uzasa başımız oracıkta kestiler hemen”. O eşiği geçtik. “Kız aldık kız verdik” fasılları da kapandı.

Sosyalizmden aşağısı kurtarmıyor. Ama o da duymak istediklerinizi değil, gerçekleri söylüyor.

 

*Surönü Diyalogları, Oya Baydar, Can Yayınları, Haziran 2016 İstanbul, s.11

**. A.G.Y s. 60